İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Maraş Pogromu… Azrail’i bile kıskandıran bir şiddet şenliği. Maktullerin defnedilmesine, matemlerinin tutulmasına bile müsaade edilmeyen, yani mağdurlardan “Antigone Hakkı”nın bile esirgendiği bir kötülük, “şiddet laboratuvarı” ve bir zulmet karnavalı. Babadolu ki makbersiz maktullerin, her dem kanatılan, tazelenen yaraların ve travmaların, devasız dermansız dertlerin diyarı. Bir kavim kırım, kadın kırım, çocuk(luk) kırım, kültür kırım, dil kırım coğrafyası.

Maraş Pogromu “Babadolu’nun Kesik Damarları”ndan birini oluşturuyor. Direnenler sırf direndikleri için mücrimleştirildi, kriminalize edildi, kendi mağduriyetlerinin faili haline getirildi. Direnişçiler üzerinde Çin işkencesinin de dâhil olduğu oldukça özel ve kapsamlı işkence metotları uygulandı. Hamit Kapan, 200 günü bulan bir zaman zarfında uyumasına bir an olsun müsaade edilmeksizin, sekiz saatlik üç vardiya halinde, üç ayrı işkence ekibince sistematik, kapsamlı ve aralıksız bir şekilde falaka, kum torbası, Filistin askısı, elektrik ve Çin işkencesine tâbi tutuldu. Dokuz gün fosseptik çukurunda tutuldu. Çekilen tırnaklarını gömleğinin kol yenlerinde ve bir giysinin astarında saklayarak avukatı Emin Değer tarafından mahkeme heyetine işkence delili olarak sunulmasını sağlamasına rağmen Engizisyon hâkimleri bunu dikkate almadı. Elazığ Akıl Hastanesi’nde karanlık işçileri tarafından özel sorgudan geçirildi. Keyfi bir şekilde 36 ay hücreye kapatıldığı dokuz senelik bir tutsaklığa mahkûm edildi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi idamla yargılandı. Kendisiyle birlikte 12 kişi üzerinde oldukça özel işkence yöntemleri tatbik ve talim edildi. Savaş esiri muamelesi gördüler; elleri ve ayakları zincirlendi. Hatta tam da bu yüzden “Zincirliler” diye anılır oldular. Bu işkenceler esnasında Mehmet Ceren ve Fehmi Arslan öldürülmüştü. Yegâne suçları, örgütlü, katıksız, kesif kötülüğe karşı koymaktı. Derviş Koç, Tahsin Kozanoğlu, Saim Sağnak, Mehmet Mengücek, Haydar Özen, Hıdır Şengezer, Mehmet Mahçiçek, Muhammet Arifoğlu, İlyas Hurma, Uğur Güven, İbrahim Candemir gibi direnişçiler, her dakikası saatlere, her saati günlere eş o işkenceye kurulu vakitlerde, ölümle yaşam arasındaki sarkaçta günler boyunca salınan, kendi ölümünün gözbebeğine bakan on binlerce insanın yaşamda kalmasını sağlayan epik bir direnişi ziyadesiyle kısıtlı imkânlarla ve kaynaklarla örgütlediler. Bizden o direngen, gani yürekli insanlara selam olsun. Hepsinin hatırası, direnişi, yaşama ve yaşatma ısrarı, inadı karşısında hürmetlerimi, sevgilerimi sunuyorum…

Elif Bozkurt… Afşinli. 1950 tevellütlü. Maraş Katliamı’nda eşi Mithat Bozkurt’u yitiriyor. Üçüncü çocuğuna gebeyken eşi, bir cinnet ve nefret güruhu tarafından linç ediliyor, omuriliğine denk gelen bir kurşunla felç oluyor ve canı tenini onuncu günün nihayetinde terk edliyor. Onca ölümden sonra hâlâ tebessüm etmekte, aklı başında bir öfkede ısrar ediyor. Neşeli olmanın kahırlı olmaktan çok daha devrimci olduğunu söyleyen Eduardo Galeano’yu anımsatıyor neşeli, şetaretli halleri. “Nefret ediyorum,” diyor, ancak asla bütün Maraşlıları suçlamıyor. Kur’an’a ayak bastırıldığı, evlatları üzerine en galiz yeminler ettirildiği halde evinde sakladıklarını ele vermeyen komşusundan bahsediyor. Maraş Pogromu’nu Elif Bozkurt’un cefalı serüveninden dinledik…

Serdar Taş: Kendinizi tanıtabilir misiniz?

E: Afşin Haçapınarlıyım. Eşim Mithat Bozkurt Örenliydi. On altımda evlendim, yirmi yaşında anne oldum. İki kızım, bir de oğlum var. Maraş Katliam’ında eşim Mithat Bozkurt’u katlettiler.

Serdar Taş: Eşinizin linç edilmesi olayı nasıl gerçekleşiyor?

Elif Bozkurt: “Serintepe’de yaşıyorduk. Eşimin minibüsü vardı, şofördü. Kocam kıyımdan beş gün önce Kaşanlı köyüne gitmişti. Maraş’a dönerken yolda lakabı Gavur Hacı olan bir köylümüze rastlıyor. O kocama, “Gitme,” diyor. Minibüsünün içinde de yirmi kişi var. Gavur Hacı’lar da Maraş’tan kaçıyor. “Maraş yanıyor, gitme,” diyor eşime. Bizim ortakların orada arabasını bırakıyor. Komşuları eşimi ceviz yemeye çağırıyor. Yolun kenarına inerken İstanbul plakalı bir taksiye rastlıyor, biniyor, Maraş’a gidiyor. Mahalleye geliyor. Mahallenin hem yağma edildiğini hem de yakıldığını görüyor. Tekrar dönüyor. Shell Petrol’ün orada duruyor. Shell Petrol o zamanlar Maraş’ın dışıydı, şimdi şehrin içinde. Petrolcü, “Git, senin başına bela olurlar, seni öldürürler,” diyor. Traktörlerle, arabalarla, yaya olarak başka köylerden geliyorlar. Eşim, “Sopalarla, tahtalarla, taşlarla vurdular, baygın düştüm,” diyor. Kocamı linç edenlerden Ali Kes, bakıyor ki kocam can vermiyor, bu kez kırmayla eşimi vuruyor, eşimi bir yere bırakıp gidiyorlar, nereye bıraktıklarını bilmiyorum. Saat kaçta kendine geliyorsa geçen arabalara el kaldırıyor. Gelen giden arabalar bunu almıyor. Kimileri arabayla çiğneyelim diyor, kimisi öldürelim diyor. Bir bıyıklı adam felç halindeki eşimi sırtına alıyor, arabaya bindiriyor, hastaneye getiriyor.

S: Peki eşinizin vurulduğunu nasıl öğrendiniz?

E: Biz kışladaydık, haberimiz yoktu. Mithat’ı Adana’ya götürüyorlar. Orada kayınım köylerde satış yaparken Adana’ya dönüyor. Ona, “Senin kardeşin yaralı,” diyorlar. O bize haber getirdi. Kayınım beni Adana’ya götürdü. Bir köylümüze misafir olduk. Sonra kocamı gördüm. Çok duramadık. İfadeler, o, bu… Onu görmeye çok millet geldi, yasak vardı. Ben gittikten sonra vefat etmiş. Maraş’a döndük, iki kızım vardı. Okulda tutulmaya başladık. Sabah bizi yemeğe götürdüler. Bizimkilere, “Yarın sıkıyönetime gidelim, kocamın katillerini söyleyeyim,” dedim. Beni çağırdılar, sandım ki beni ifadeye götürüyorlar. Katliam yaşamışız, aklımız durmuş. Arabaya bindik; katiller yakalansın diye sıkıyönetime gideceğimizi sanıyordum. Bir baktım araba Kara Maraş diye bir mahalleye bizi götürdü. İşte o zaman, ‘Aa,’ dedim, ‘Mithat öldü.’ Akrabasının evine getirmişlerdi cenazesini. Zannettik ki hep Maraş’ta kalacağız. “Mezarı nerede yapalım?” denildi. Karahasanlar’da köylülerimiz, akrabalarımız vardı. Gittik, orada mezarını yaptık. Orada duramadık, İstanbul’a geldik.

Eşimin yaralı olduğunu dört gün sonra öğrendim, giderken askeriyeden birisine, “Kocam yaralıymış, durumu ağırmış,” dedim. O asker de, “Sen neredesin, hangi sınıftasın?” dedi. Akıl mı kalmış sınıfı hatırlayayım! Adımı bile unutmuşum. Üç gün sonra beni gördü, hemen tanıdı. Eteğimden tuttu, “Sen neredesin, seni arıyorum,” dedi, “hastaneye götüreyim seni,” dedi. Beni aldı, askeri araçla hastaneye götürdü. Nurhaklı bir kadın vardı, köylülerimiz vardı. Listede kocamın ismi yok. Daha Adana’da olduğunu duymamıştık. Aklıma eşimin ismi gelmedi ki bana yardımcı olsun. Orman Dairesi’ne geldik. Her taraf, evler yanıyor, yaralılar yolun kenarında, Maraş’ın içinden kanlar akıyor. O Nurhaklı kadın da kimsesini göremedi, ne annesini, ne kardeşini, ne dayılarını, hepsini öldürmüşler. Onlardan bir çocuk kaçarken yolunu kesmişler, öldürmüşler. Bir çocuk kendini suya atmış, ağaca tutunmuş. Çocuk bir gün, bir gece, onlar gidene kadar ağaca tutunmuş ki su alıp götürmesin diye. Sonra askeriyeye teslim oldu, katillerin hepsini yakalattı. Böyle acılı bir şey yaşanınca insan üzülüyor, unutuyor, konuşamıyor.

Sıkıyönetim komutanı beni çağırdı, gittim. Oğlumu evlatlık olarak İzmir Sökeli bir aile istemiş. Sıkıyönetim komutanı, “Gel çocuğunu verelim,” dedi. “Yok, ben vermem,” dedim. “Kızım Elif, sen ne yapacaksın, nasıl bu çocukları büyüteceksin!?” dedi. “Yok, dilenip yediririm,” dedim. Ben öyle dedikçe adamın kemikleri eriyordu.

S: Peki saldırıların nasıl geliştiğini anlatabilir misiniz?

E: Evdeydim. Bir Cuma günüydü, akşama doğruydu. Arkadaşlarımla kardeşim geldi. Kardeşim üniversitede okuyordu. “Mustafa Yüzbaşıoğlu’nu, Hacı Çolak’ı vurdular!” dedi. Mustafa Yüzbaşı’nı tanıyordum; gözleri mavi, sarışın, delikanlı biriydi, üniversitede okuyordu. Ertesi gün cenazeleri defnedilecekti. Kardeşimle arkadaşları gittiler. Ben de çocukları yedirdim, Serintepe’den Akmeşe’ye annemgile gittim. Herkes cenazeye gidiyordu. Hastane bize çok yakındı. Cenazeyi alıp gittiler. Ben de çocuklarla eve döndüm. Ses seda yoktu. Dediler ki, “Bütün milleti silahla vurdular, ölü çok,” dediler. Yürüyenlere kazma fırlatan mı dersin, sandalye, çiçek saksısı atan mı versin. Cenazeyi kaldırtmamışlar, milleti camiye sokmamışlar. İnsanlar da tekrar dönmüşler. Cenazeleri yine hastaneye ya da bir eve getirmişlerdi.

S: Askerin müdahalesi nasıldı?

E: Sabah oldu, kahvaltı etmeden dışarıya çıktık. Saat dokuzdu. Bizim etrafımızı sardılar. Serintepe’nin insanları çok katliam yaptı. Evdeydik, karşımız yüksekçe bir yerdi. O yükseklerden silah sıkıp bir çocuğu askerlerin yanında yaraladılar. Askeriye, devlet, belediye başkanı Mhp’lileri kışkırtıp üzerimize saldılar. Askerlerin karşısında vatandaşlar vurulur mu!? Asker ne içindir? Asker vatanı, insanları korumak içindir. Askerin karşısında milleti vurdular. Komünist Ahmet’in evini yaktılar, evleri bizden uzaktı, Batı Park’taydı. Avukat Taşkesen vardı, onun fırınını yaktılar. Kundaklamalar önce orada başladı, sonra Serintepe’de sürdü. Aileler fakirdi. Biz fakirdik, zengin değildik. Geçimimiz için oraya gitmiştik. Önce ekmek yapmak için kapının önüne getirdikleri çam ağacı yapraklarını yaktılar, sonra bir motosikleti. Ondan sonra da evleri yaktılar. Bazı komşular milleti evine götürüyormuş, arkasından da evleri yağmalıyormuş. Diyorlar ki, “Biz komşumuzun evinde oturuyorduk, pencereden bakıyorduk ki evimizin eşyaları götürülüyor.” Yakıyorlardı da. Kaliteli malları, eşyaları güçleri yettiğince götürüyorlardı, yağma ediyorlardı, öbürlerini de yakıyorlardı. Konuşsalar, “Biz Müslümanız, biz haram yemeyiz,” diyorlar. Ben diyorum ki bunlar Allah’ı tanımayan insanlardır. Eğer bunlar Allah’ı tanısa Allah’ın verdiği canı Allah alır, bunu bilirler.

S: Doğrudan katledilme tehlikesi yaşadığınız ânı paylaşabilir misiniz?

E: Sabah katliam olduğunda annemgildeydik. Serintepe’yi, Yörükselim’i sardılar, milleti öldüreceklerdi. Askeriyeye yakın evleri yaktılar. Bir ara annemin evinde çocuklarımla yalnız kaldım. Annemgilin evinin üstü çamlıktı. Baktım ki beni öldürecekler, oradan kayınıma gittim. Mahallenin ortasıydı. Kışlaya götürüldük. Askerlerin elinde de bir şey yoktu. Askerler de kurşundan sakınsın diye duvar diplerine giriyordu, biz de. Bizi kışlaya doldurdular. Vurulan vuruldu, vurulmayanları da kışlaya doldurdular. Dört gün kışlada kaldık. Çoğu şeyden haberimiz olmadı. Kışlada dört gün aç susuz üç çocukla kaldım. Yaralı, anneleri ölmüş çocuklar vardı. Kimsesiz, üstü başı kan içinde çocuklar vardı. Bir tanesini getirdiler, “Emzir,” dediler bana. Emziriyorum, sütüm yok. Acım dört gündür. Yine de göğsüme koydum emzireyim, hiç olmazsa bir damla geçse kursağından çocuk yaşar diye. Bir tanesi köylümüzdü, şimdi öğretmen oldu, bana hâlâ anne der. Yine bir tanesini getirdiler, çocuk herhalde üç yaşlarında bir kızdı, “Babaanne, anneanne,” diye ağlıyordu. Ailesinin hepsini katletmişlerdi. Subay mıydı neydi, askeriyeden birisi onu aldı, “Bana verin,” dedi. Onu bulmuşlar sonra, subayın yanından almışlar. Kışlada beş-on bin kişi vardı. Doğum yapanı mı dersin… Bağırıyorlardı: “Hemşire olan var mı? Ebe olan var mı?” diye. Bir ses geliyor: “Bir bacımız doğum yapacak!” Öyle bir kalabalık var ki o kadın nasıl doğum yaptı, ben bilmiyorum. Doğum yapacak, temiz bez yok. Yılbaşını kutlamak için Almanya’dan gelenler vardı. Onlara, “Şu paketlerinizi, valizlerinizi açın, kumaş verin,” dedim. Elden ele o kumaşları gönderdiler. Doğum yapıp, çocuğunu orada bırakıp gidenler vardı. Ölümden kaçıyorlardı. Evde doğum yapıyor, katliam oluyor, bebeğini bırakıp kaçıyor kimisi.

S: Kışlada ölenler oldu mu?

E: Kışlada ölüm olmadı ama bayılanlar çok oldu. Yaralılar çok vardı. Okula götürüldüğümüzde askerler geldi, doktorlar geldi, muayene ettiler. Beş gün sonra Adana’dan okula ekmek geldi. Kızılay’dan döşekler geldi.

S: Peki şu an Maraş’a gittiğinde şehir sakinleri size karşı nasıl bir muamelede bulunuyorlar?

E: Adamlar biliyorlar, üzülüyorlar. Beni onun için sevip çağırıyorlar. Benim onlara ne iyiliğim dokunuyor ki. Pazarcık’ın Alevi köyleri Maraş’a gelip ne satış yaptılar ne de oradan bir şey aldılar. Maraş’a bağlıydılar, işlerini görür, ekmeğini de beraberinde getirirlerdi. Maraş’tan hiçbir şey almazlardı. Bir şey alacaklarsa Antep’e gider, alırlardı. Seçim oldu, siz Maraşlı mısınız, Pazarcıklı mısınız diye. Kazandılar, Pazarcık’a kayıtlı o Alevi köyler şimdi. Askerlerin karşısında bizi vurdular. On yaşındaki kız, askerlerin yanında vuruldu. Halkı suçlama. Ben askeriyeyi, devlet büyüklerini suçluyorum.

S: Halkın hiç mi suçu yok peki? Halk bu kadar kötü olmak zorunda mıydı?

E: Hepsi olmadı. Halkın hepsini suçlayamazsın. Saklayan da oldu. Aşağılarda tek tük evler vardı, orada bir komşumuz vardı. Hepimizi bir odaya topladı; perdeyi, kapıyı çekti, kilitledi. Bir taraftan bizi koruyor, öte taraftan bizim eşyamızı çalıyor, öbür odaya koyuyordu. Bir yandan can kurtarıyor, bir yandan da mallarını, ev eşyalarını alıyor. Yirmi kişiyi korumuş, vurdurtmamış. Vuruyorlar, yakıyorlar. Bu adam getirmiş, milleti evine almış, kapıyı üzerlerine kilitlemiş, eşyalarını da kendi evine almış.

S: Yani hem komşularının malına çöküyor, hem de canlarını koruyor, öyle mi!?

E: Evet, öyle yapmasaydı ya o eşyalar yakılacaktı, ya başkası alacaktı.

S: Ne tuhaf! Canlarını da koruyor, eşyalarını da çalıyor. Nasıl bir hal!

E: Tabii. Başka bir aile de Alevileri saklamış. Kapıyı vurmuşlar ki sen burada adam saklıyorsun. Adam da, “Saklamıyorum, benim evimde kimse yok,” demiş. Kur’an’a ayak bastırtıyorlar, adam Kur’an’a basıyor onları koruyabilmek için. Sonra, “Kızımla, çoluğumla çocuğumla zinalık yapıyorum diye yemin iç,” diyorlar. O insanların hayatını kurtarmak için bu yemini bile içiyor. Bizim köylülerden biri arabayla geliyormuş. Adamın önünü kesmişler. Kireç ocağı da yanıyormuş. Demişler ki gelin bu adamı içine atalım.

S: Kireç ocağının fırınına atacaklarmış, öyle mi!?

E: Evet. Bir hoca direnmiş, attırmamış. Hepsini suçlamanın anlamı yok. Çok yerde koruyanlar da oldu. Herkes anlatıyor, o zamanlar aklımızdan gitmedi diye. Yollarda önü çevrilip vurulanlar oldu. Onlar da bilmiyor ne olduğunu, ne olmadığını. Oruçlarda iki kere rastladım. Kendileri oruç tutuyor, benim akşam yemeğim, sabah yemeğim geliyor. Ben onlara gülüyorum.

S: Peki bu katliamlardan kim sorumu?

E: Bunu yapmak askerin elinde, başbakanın elinde. Bak, Ecevit başbakan. Milletvekili de Hüseyin Doğan. Vefat etti, Pazarcıklı. Alttaki evi tutuşturmuşlar. Telefon ediyor, “Başkanım ben yanıyorum, terliklerim yanıyor,” diyor. Ecevit de, “Biz önlemleri aldık,” diyor. “Yahu başkanım ayağım yanıyor, ev yanıyor,” diyor. Neyi önlüyorsun!?

Mahallede herkes beni tanıyor, tanımadıklarım da ben, tanıyor. Bir gün de durakta oturmuşum, araba bekliyorum. Birisi, “Abla sen nerelisin?” dedi. “Elbistanlıyım,” dedim. “Maraş Olaylarında ben orada askerdim,” dedi. “E, sen niye bizi korumadın!?” dedim. “Biz Kayseri’den geldik,” dedi. Adam anlattı, “Biz cenazeleri topladık,” dedi. “Olayları da durdurduk,” dedi.

S: Ama günler sonra.

E: İkinci gün kışladaydık. Ne var, ne yok, görmedik.

S: Peki direniş hakkında ne söyleyebilirsin?

E: Pazarcıklı bir köylü, muhtarmış, duymuş ki katliam oluyor, geliyor, Kara Maraş’ta çarpışıyor öldürüyor, çarpışıyor öldürüyor, sonra vuruluyor. Bir evin tek oğlanı. Her zaman bacıları gelir, ağlar, sızlar, giderler. Biz ne geldik, ne gittik. Kızlar babasının mezarına gitti, oğlan gitmiyor, cesaret edemiyor.

S: Ölülerinizi gömebildiniz mi?

E: Mezbahayı doldurmuşlar. Hastaneler, her yer dolu. Yer kalmamış, hayvanların kesildiği yere koymuşlar. Eğer üstünden kimlik çıkarsa ya kardeşini, ya babasını, bir akrabasını devlet, askeriye arıyordu, haber ediyordu, çağırıyordu, soğuk suyla yıkıyor, numara verip defnediyordu. Ölüsüne sahip çıkan, yerini aldı. Sahipsiz kalan cenazeler de oldu.

S: Bir başına üç çocuğa bakmak, hayatta kalabilmek senin için güç olmadı mı? O koşullarda nasıl direnebildin?

E: Ben hem kendimi korudum, hem çocuk büyüttüm; hem ev işi yaptım, hem para kazandım. Direniyordum. Kızımı yeni okula vermişim, kocam öleli bir sene olmuş, Kaşanlı’da bir köyde oturuyorum. Adamın biri kızım geçerken, “Anneni bana verecek misin?” diyor. Kızımın moralini bozuyor. Kızım eve geldi, küfür etti. Benim kızım hiç öyle laflar söylemezdi, bir sorayım dedim kızıma. Kızım, “Bana dedi ki ‘anneni bana ver,’ “dedi. “Terbiyesiz! Küfür ettim, kovdum ben de,” dedi. Yoksulluk vardı. Annemin evi yakılmış, babam yok. Çok sıkıntılar yaşadık.

S: Kıyımdan önce şehirde nasıl bir atmosfer vardı? Şehirde bir gerginlik var mıydı? Kötü bir şeylerin kokusu burnunuza çalınmış mıydı? Havada bir korku ve kuşku var mıydı?

E: Katliamdan on sene önce biz diyorduk ki Maraş’ta er ya da geç bir katliam olacak. Nasıl ki şu an burada bir savaş çıkabilir diyorsak orada da öyle dedik, oldu. Emekçi liseye ya da ortaokula gidiyordu, saçı uzundu. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Maraş’ın kurtuluşunun yıldönümü olan gün Emekçi’nin saçını kesmişlerdi. Sene 69. Bizimkiler Elbistan’a bir şey almaya gitmişlerdi, şehrin içinde Alevilerin bıyıklarını kesmişlerdi. Ondan sonra kaç sene sürdü ki!? Sağ-sol davası vardı, okullar dövüşüyordu. Öğrenciler, hem Mhpliler hem de devrimciler kışkırtılıyordu.

S: Kışkırtılanlar Mhp’liler, Ülkücüler değil miydi?

E: İşte bilmiyorum. Ben çocuklarımla uğraşıyordum, çocuklar ufaktı. Devrimciler gelip gidiyordu. Bir bakıyorduk ki millet sopalarla gidip çocuklarını alıp geliyordu. Kadınlar ne kadar cesurdu öyle! Okul da aksine şehrin alt tarafındaydı, düzlükteydi. İşte böyle böyle bir gün bir akşamüstü duyduk. Kapı çalındı, kardeşim iki arkadaşıyla geldi, üniversitede okuyordu. “Elif,” abla dedi, “Mustafa Yüzbaşıoğlu ile Hacı Çolak vuruldu.” Deli oldum, öyle bir kinlendim, dişimi sıktım ki… Ondan sonra sabahlayın kalktılar, cenazeyi kaldırmaya gittiler. Ben de mahalleden annemgile gittim. Her taraftan insan gelmişti, yer gök kabul etmiyor, o kadar ki gelmişler. Bundan bir sene önce kadar Gıjık Dede’yi öldürdüler.

S: O kahvehanede öldürülen Alevi dede.

E: Evet.

S: Peki Gıjık Dede’nin cenazesi kaldırılabildi mi?

E: Evet. Yine yer gök insan doluydu, yürüyüş yapıldı. İşte ondan sonra Mustafa Yüzbaşıoğlu’yla Hacı Çolak’ı vurdular. Öğretmendi onlar. Tam okuldan çıkarken Mhp’liler vurdular. Ertesi gün cenazeye giderken mahallenin, şehrin içinden geçilecekti. Cenaze camiye alınmamış, yol kesilmiş, millet tıkanmış. İnsanlar o kadar çok ki gidecek yer yok. Kalabalığa saksılar, sandalyeler fırlatılmış. Kardeşim, “Her taraftan üzerimize silah sıktılar,” diyor. Kimse vurulmadan döndüler, cenazeyi mahalleye getirdiler. Sonraki gün etrafımız çevrildi, kenar mahallelerden kurşun attılar. Annemin evlerinin üst tarafında orman vardı, alt tarafta Gıjık Dede’nin vurulduğu yerde cenaze vardı, yollar kesilmişti. Aziz Tunç yanımdaydı. Tam mahalle basıldığında yanımdan fırladı aşağılara gitti. Gittiler, çatışma oldu. Fakat mahalleyi koruyan birisi varmış, kimse kim olduğunu bilmiyor. Kimsenin bilmediği bir kişi, ülkücüleri mahalleye sokmamış. Fakat her kimse güçlü bir adamdır. Mahalleye kimseyi sokmamış.

S: Yani o kişi her kimse Alevi Kürtleri koruyan biri, öyle mi?

E: Evet. Birisini gördüm, “Teyze teyze, on beş yaşında babamı kaybettim,” dedi. “Benim oğlum babasını hiç görmedi,” dedim. “Babamın cesedinde polis kurşunu çıktı,” dedi. “Ben gittim aramaya, bana dediler ki, ‘Arama, git, rahat dur olduğun yerde,’ dediler,” dedi. Yörükselimlilerin evleri yakıldığında biz görüyorduk. Önce komünist Ahmet’in evini yaktılar. Sonra bizim mahalleye geldiler, kenar mahalleleri yaktılar. Akşama doğru askerler geldi, askerlerde vur emri yok. Akşamüstü bizi kışlaya götürdüler. Kışlada da bizi toplu öldüreceklermiş. O zaman Kayseri’nin askeri gelmiş. Bir kadın geldi, “Elif, Elif, Ali, Ali!” Kadının karşısında oğlunu vurmuşlar, on yedi yaşındaymış. O diyor oğlum öldü, öteki geliyor filan öldü. Sen robot gibisin. Sabah oldu, “Herkes evine,” dediler. Askerlerden biri, “Siz bunu hak ettiniz!” dedi. Bilinçli bir genç karşı çıktı, adamı tutup cezaevine götürdüler. Biz de bir şey yapamadık. Robot gibiydik. Halbuki ellerinden alabilirdik, çoktuk. Gittik ki evler yanmış, tekrar kışlaya döndük. Kışla, askeriye yakındı. Biz kışlada dört gün aç, susuz kaldık. Bir kışlaydı ki aklın hayalin durur. Birisinin sesi bir başkasına ulaşmıyor. Doğum yapanı mı dersin, doğurup kışladan gideni mi dersin, pijamayla kaçanı mı dersin. İnsanlar o kadar zor bir duruma düşmüşler ki ben sana anlatamam. Dört gün orada aç kaldık. Anneleri vurulmuş çocukları getirdiler. Başları, orası burası kan içinde çocuklar… Ben acım, İbo kucağımda aç. Yiyebilsem süt olacak. Ben o çocukları emziriyordum. Sütüm yok, acım. Dördüncü günden sonra bizi askeriyenin yanındaki bir okula taşıdılar, bir battaniye verdiler bize. Ekmek Adana’dan gelmişti. Dedim ki çocukları kurtardım. Eşim de köyde, bir şey olmaz ona. Ev gittiyse gitsin, umurumda değil. Çocuklarımın başını dizime yaslıyorum, diyorum ki beden üşürse bir şey değil de beyin üşürse kötü. Demek ki birazcık bilinçliymişim. Bir hemşire geldi, kocamın yaralı olduğunu söyledi, dayak yarası dedi.

S: Linç edilmiş yani.

E: Linç edilmiş. Halbuki felçmiş de. Sonra bir komutan gördüm. Türkçem de zayıf. “Kocam ağır yaralıymış, hastanedeymiş, yanına gitmek istiyorum,” dedim. Dedi ki, “Sen neredesin, seni arıyorum.” Dedi, “Gel bin arabaya, hastanede kocanı gör.” Hastanenin önünde listeye baktı, kocamın adı yok. “Burada hiç tanıdığın yok mu? Birisinin ismini söyle, seni içeri aldırayım,” dedi. Kafam durmuş, robot gibiyim. Kocam onuncu gün öldü. Doktor da Dersimliymiş. Durmadan Mithat’ın akciğerine giren mermi parçalarını temizliyormuş. Yaşasın, ifade verebilsin istemiş.

S: Peki eşinin katilleri yakalanabildi mi?

E: Yakalandı, kimsenin katilleri yakalanmadı, sana söyleyeyim.

S: Nasıl olabildi bu?

E: İşte falan taksi diye tarif etmişti, mermi izleri vardı. Yakaladılar, sonra da diğerleri de ele geçti. Müebbet hapis verdiler. Suçlular çoktu. Kurşun sıkanla taksi şoförü tutuklandı, sen niye kaçırmadın diye. Eşim resmen ölümüne gitmişti. Eşim gelirken Alevi’si, Sünni’si, Türk’ü, Kürt’ü, “Mithat gitme! Biz zor Maraş’tan kaçabildik! Maraş yanıyor!” diyor. İstanbul plakalı bir taksi yol kenarından geçiyor. “Beni Maraş’a bırakın,” diyor. Maraş’a geliyor, evlerin eşyalarının çalındığını, yakıldığını görüyor. Tekrar taksiye biniyor. Şehrin kenarında toplanan köylüler bunu dövüyor, vuruyorlar ölmüyor, vuruyorlar ölmüyor, birisi de ölsün diye kurşun sıkıyor, mermi belkemiğine isabet ediyor. Ölmüyor ama.

S: Devrimcilerin mücadelesinin katliamı engellemekte nasıl bir etkisi oldu?

E: Mahalleyi korudular. Kardeşim de vardı içlerinde. “Bir evin damındaydık, silahlardan başımızı kaldıramadık,” dedi.

S: Garbis Altınoğlu da Maraş’ta bulunmuştu, değil mi?

E: Katliamdan önce vardı.

S: Ne gibi bir etkisi oldu Maraş’ta?

E: Çok etkisi oldu. Milleti ayaklandırdı. Maraşlılar onu çok severdi. Garbis inşaat işçilerinin arasına girdi. Seyyar satıcılık, eskicilik yaptı, hamalların içine girdi, hamallık yaptı. Milletin içine girdi, örgütledi. O zaman bütün okullarda boykot vardı, işçiler grevdeydi. Amerika baktı ki elden gidiyor. Nerede ne yapsındı? Maraş’ta katliam yaptırdı işte.

S: Amerikalı bir karanlık adamın olay çıkarmak için Maraş’a, Amasya’ya, Çorum’a geldiği de söyleniyor.

E: Ecevit, Mit yanlış bilgi verdiği için böyle oldu diyor. O varsın öyle desin. Asker, polis nasıl insanlarını korumaz!?

S: Bunun mazereti olabilir mi!?

E: Yok, yok! 24 saatte Kıbrıs’ı aldılar, günlerce Maraş’ta katliam oldu.

S: Peki katliamdan sonra Maraş’ta ne kadar kaldın?

E: Hemen hemen altı ay kaldım. Ben korkmadım, o gün korktum, başka da korkmadım. Korkmuyorduk, gidip geziyorduk. CHP’liler geldiler, gitmeyin, sizi bir araya getiririz, dediler. İstediğiniz yere sizi alırız dediler. Bizimkiler kabul etmedi. Her birisi bir tarafa kaçtı gitti.

S: Duruşmalara katıldın mı?

E: Sıkıyönetime dilekçe vermiştim. Maraşlıların hepsini cezaevine almışlardı, hiç kimse kalmamıştı. Bir futbol sahası yakalanmış insanlarla doluydu. Herkes komşularına iftira attı. Hırsızlık yapan ama milleti saklayanı bizimkiler ihbar etti. Bir gün Maraş’a geldim. Sıkıyönetim komutanı bizi Adana’ya götürdü, ifade verdik. Kimse yok ki bize yardım etsin, sinirden dilim tutulmuştu.

S: Maraş’a her gidişinizde üzerinizde nasıl bir ruh hali oluşuyor?

E: Ben oraya gittiğimde o ânı yaşıyorum, o sıkıntıyı çekiyorum, ne diyeceğimi bile bilemiyorum.

S: Çok teşekkür ederim. Ağzınıza sağlık!

E: Sağ olun.

Not: Maraş’ta olup bitenlerin katliamdan ziyade pogrom tanımına, tasnifine uygun düştüğünü belirtmek gerekiyor. Zira Maraş’taki kıyım yapısal, kurumsal siyasetin neticesiydi. “Devlet kortejinde” ve müşahedesinde, dahası devletin iştirakiyle, yol vermesiyle, cezasızlıkla ödüllendirmesiyle işlendi. Failler sonraki süreçlerde ödüllendirildi; vekillikle, memuriyetle taltif edildi. Yine Orhan Gazi Ertekin’in formülasyonuna göndermede bulunacak olursam Maraş Pogromu, Başbakan Bülent Ecevit ve İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın dahlinin bulunduğu cumhuriyet seçkinlerinin, ülkücü paramiliter baronların, İslami müteşebbislerin ve halkın bir aradalığına, içi içeliğine dayanan tuhaf bir ittifakla hallolundu. Böylece şehrin ilk olarak Ermeni Kıyımı’yla başlayan demografik olarak dönüştürülmesi işleminin son halkası Maraş Pogromu’yla tamamına erdirilmiş oldu.

Editör: Haber Merkezi