İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Orhan Düz. O alaylı, kıdemli ve kıymetli bir çevirmen. Johan Huizinga’nın Homo Ludens’i, Erwin Panofsky’nin İkonoloji Araştırmaları, John Carey’in Sanat Neye Yarar?’ı, Eric Berkowitz’in Seks ve Ceza’sı, Richard S. Westfall’ın Newton biyografisi gibi nice önemli kitap onun titiz, ince işçiliğiyle Türkçeye kazandırıldı. Çelebi, dingin ruhlu, medar-ı maişeti dil olan, yani dille ve dilde yaşayan, sanki asude zamanlardan içinde debelendiğimiz tuhaf zamanlara ilham alalım diye fırlatılmış bir insan o. Onunla çevirmenliğin hallerini, karşılaştığı güçlükleri, çevirmenlerin düşüncenin dolaşım sistemindeki başat ve emsalsiz konumunu salaş, ahşap esvaplı, fersude bir evde hasbihal ettik.

Serdar Taş: Öncelikle kendinizden bahsetmenizi rica edeceğim.

Orhan Düz: 1974 yılında Erzurum’da doğdum. İlkokul çağıma geldiğimde bizimkiler babamın mesleğinden ötürü Erzurum’dan çıkıp Anadolu’nun farklı şehirlerinde ikamet etti ve ben de farklı şehirlerde öğrenimime devam ettim. Maltepe Lisesi’nden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’ne girdim ve 2000 yılında lisans eğitimimi tamamladım.

S: Peki çeviriye gönül vermenizin hikâyesi nasıl gerçekleşti?

O: Üniversite yıllarındayken okulun edebiyat kulübü vardı ve ben o kulüp sayesinde çevirmenliğe başladım. O zamanlar kulübün çok geniş bir faaliyet alanı vardı. Şiir dinletileriyle, alt komüsyonlarıyla, panelleriyle, kendi aramızdaki çalışmalarla çok yoğun ve verimli bir kulüptü. Çeviriye edebiyat kulübünde kendi kendime kısa hikâyeler, makaleler çevirerek başladım. Tabii o vakitler hobi olarak görüyordum bu meşgaleyi. Yaptıkça daha çok keyif aldım ve sonra, “Bu neden benim mesleğim olmasın ki!?” diye düşündüm. Çünkü yanlış bir bölümü tercih ettiğime kanaat getirdim. Daha doğrusu bilim insanı olmak benim tabiatıma uygun değilmiş gibi geldi. Hiyerarşik bir yapıya girip, ast üst ilişkisi içinde bir laboratuvara kapanıp hayatımın büyük bir kısmını orada geçirmek bana biraz uzak geldi.

S: Anlattıkların bana Aslı Erdoğan’ı hatırlattı. O da bu durumdan muzdarip olduğundan dem vurmuştu. Cern’deki o büyük deneye dâhil olup o ortamın erilliğinden, hiyerarşisinden bunaldığını dile getirmişti bir konuşmasında.

O: Benzer ruh hallerindeymişiz demek ki. Çevirinin insanın kendi başına, istediği ortamda, istediği saatte yapabileceği bir uğraş olması çok cazip geldi bana açıkçası. Ve kararımı verdim, “Ben çevirmen olabilirim,” dedim. Mezun oldum ve bu kararı verdim ama piyasayı tanımıyorum, yayın dünyasını bilmiyorum henüz, daha gencim o zamanlar tabii. “Yayınevleriyle acaba nasıl temas kurabilirim?” diye düşündüm. O sıralar Tepebaşı’ndaki eski yerinde düzenlenen Tüyap fuarına gittim. Amacım fuara katılan yayınevlerini tanımak, hangi tür kitap bastıklarını görmek, kabataslak da olsa bir fikir sahibi olmaktı. Stant stant gezerken Ruh ve Madde Yayınlarının standının önünde durdum. O dönemler biraz da içsel arayışlar içindeydim, kafam çok karışıktı. Ruh ve Madde Yayınlarının bastığı kitaplarda işlenen metafizik, psişik mevzular, beden göçü, teozofi gibi konular garip bir şekilde ilgimi çekiyordu. Standın içine girip kitaplara bakarken kırklı yaşlarında stant görevlisi bir kadın yanıma gelip, “Aradığınız özel bir kitap var mı?” diye sordu. “Yok,” dedim, “kitaplarınız çok ilgimi çekti, sadece bakıyordum,” dedim. Bunu dedikten sonra birden aklıma, “Acaba bunların çevirmene ihtiyacı var mıdır?” sorusu geldi. O an bir cesaret geldi bana ve kadına, “Yayınevinizin çevirmene ihtiyacını var mı?” dedim. Kadın hiç böyle bir soru beklemiyordu tabii, doğal olarak biraz şaşırdı, bana baktı ve merakla sordu: “Siz ne iş yapıyorsunuz?” “Ben yeni mezun oldum üniversiteden. Kendi çapımda çeviriler yapıyorum ama şimdiye kadar yayımlanmış hiçbir çevirim yok, ama bu işi çok seviyorum,” dedim. Kadın da bana bunun üzerine, “Şu an fuar sürecindeyiz, fuar bittikten sonra bizim Beyoğlu’ndaki yayınevimize sizi davet edeyim. Gelin, orada daha rahat bir şekilde konuşuruz,” dedi. Ben de, “Tamam,” dedim. Epey sevindim. Fuar bittikten sonra yayınevine gittim. Eski, üç dört katlı taş bir binaydı. Kapıyı çaldım, kapıyı açan kadın fuardaki kadın değildi. Kadını ilk gördüğümde biraz ürktüm, çünkü bembeyaz ruhani bir varlık gibiydi. İçeri davet etti, kış dönemiydi, soba yanıyordu, sobanın başına oturduk. Sonra bana neden geldiğimi sordu, ben de meramımı anlattım. “Şöyle şöyle oldu, bunun üzerine geldim,” dedim. “Biraz da sizin yayınevinin ne tür faaliyetler düzenlediğini merak ediyorum,” dedim. Orası sadece bir yayınevi değildi, aslında büyük bir teşekküldü. İçinde yayınevinin yanı sıra radyo vardı, dergi çıkarıyorlardı. Yurtdışı bağlantıları vardı. Oraya gelen hastalar bile vardı. Büyük çaplı, komplike bir kurumdu yani.

S: Yurtdışından fon da alıyor olmalılar.

O: Evet. Bir çeşit, nasıl diyeyim, tarikat demeyeyim de ona benzer bir yapı.

S: Gerçi bu tür yapıların tarikatlaşmaya meyli ve dönüşebilme ihtimali de yok değil.

O: Evet. Kendi geçmişlerinden bahsetti bana. Sonra bana, “Peki, anladığım kadarıyla sen çeviri yapmak istiyorsun,” dedi. “Şurada gördüğün gibi bir raf var. O rafta çevrilmeyi bekleyen kitaplar var. İstersen bir göz at, kendin için uygun bulduğun kitabı da bana göster,” dedi. Ben de gittim rafın önüne, kitaplara baktım. Aklımdan geçen düşünce şuydu: İlk kitap çapında çevirim olacağı için kalın, çok hacimli ve dili de çok ağdalı olmasın istedim.

S: Yani cesaret kırıcı bir metin olmasın istedin.

O: Evet. Sonra gözüme Krishnamurti’nin The Flight of the Eagle (Kartalın Uçuşu) isimli kitabı çarptı. Yüz elli sayfa civarındaydı. Kitabı karıştırdığımda Krishnamurti’nin halk meclislerinde yaptığı söyleşilerden oluşan bir kitap olduğunu fark ettim. Dili gayet yalındı. Çok rahat çevirebileceğim bir metindi. Ayrıca Krishnamurti’nin bir saygınlığı da var.

S: Keyiflidir aslında onu okumak. Ben diğerlerine nispeten ayrı bir yerde tutarım onu.

O: Daha günlük hayata dokunan şeylerden bahseder: İç huzur, dinginlik, kendini dinleme, meditasyon…

S: Bilinenlerden, ezberlerden, alışkanlıklardan vazgeçme…

O: Önyargıları, kalıpları yıkma gibi konulardan bahseden bir kitap. Kitabı aldım ve o hanımefendiye gösterdim. Bana, “Tamam,” dedi. “Fakat önce sana bir deneme metni vereceğiz, çünkü seninle ilk kez çalışacağız, dile ne kadar hâkim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Üç-beş sayfalık bir deneme metni vereceğiz ve sen bitirdikten sonra çevirine bakacağız. Bu işi yapabileceğine kanaat getirirsek seninle oturup resmi sözleşmeyi yapacağız,” dedi. Ben de dediği gibi deneme metnini çevirdim, gönderdim, kabul ettiler, tekrar yayınevine çağırdılar, resmi sözleşmeyi imzaladım ve böylece, bu kitapla birlikte yayın dünyasına ilk adımımı atmış oldum. Kitap “Kartalın Uçuşu” ismiyle yayımlandı. Ondan sonra tabii sadece yayınevinden ibaret olmayan o yapının bana uygun olmadığını fark ettim, çeviri macerasına başka yayınevleriyle devam ettim ve bugünlere sağ salim geldim. (Gülüyoruz)

S: Kimi varsayımlar oldukça tehlikeli, eksiltici olabiliyor. Mesela anadilimize içine doğduğumuz ve doğal süreçlerle edindiğimiz için tüm veçheleriyle vâkıf olduğumuza dair yanılsamalı bir kabul, duygu söz konusu oluyor. Tam da bu yüzden anadili grameri, kuralları en az bilinen dil oluyor. Anadili dışında çalışılan diller daha kurallı bir şekilde öğreniliyor. Peki maarif müfredat kapsamında öğretilen Türkçe, nitelikli bir çevirmen olabilmek için bir engel teşkil ediyor mu? Eğitim böylesi aynı zamanda çeviri alanında el yordamıyla yol almayı mı mecbur kılıyor? Türkçe konusundaki yetersiz temel eğitimin üstesinden gelmek ve daha sağlıklı, nitelikli çeviriler yapabilmek için ne gibi çabalarınız oldu?

O: İnsan bir aileye doğuyor ve anadilini çok erken yaşta kendi başına, doğal bir ortamda öğreniyor. Ama bu öğrenme bir dilbilgisini, grameri gözeterek gerçekleşen bir öğrenme değil tabii. Bu enteresan bir öğrenme, Chomsky bundan çok bahseder. Daha sonra da okullarda Türkçe derslerinde temel bilgiler, dilbilgisi alır, kompozisyon yazardık. Böyle bir eğitim veriliyor ama çevirmen olmak için bu asla yetmez, çünkü bence hiçbir insan, bırakın yabancı bir dili, anadiline bile tam olarak hâkim olamaz, bu mümkün değildir. Bir dili iyi bilebilirsin ama mükemmelen bilemezsin.

S: Hatta anadilinde yazılmış ve ona çevrilmiş bütün metinleri anlama, kavrama şansına bile sahip olamayabilir insan. Mesela bir felsefi metin anadilimize çevrildiği halde onu pekâlâ anlayamayabiliriz.

O: Tabii ki. Çünkü dil dediğimiz yapı sürekli genişleyen, büyüyen organik, canlı, devasa bir yapı. Bir insanın bu yapının tamamına hâkim olması, onu kusursuzca bilmesi imkânsız. Yani uçsuz bucaksız bir deryadan bahsediyoruz dil dediğimizde ve çevirmen bu noktada sürekli kendini geliştirmek zorunda. Söz dağarcığını zenginleştirmesi gerekiyor; bir cümlenin, söz öbeğinin, kavramın farklı ifade biçimlerini bulması gerekiyor.

S: Çok fazla okuması gerekiyor, en azından çevirdiğinden çok daha fazlasını.

O: Kesinlikle.

S: O dilde kemale ermiş yazarlar okunmalı özellikle.

O: Kesinlikle. Ben alaylıyım, bunun bölümleri de var, çeviribilim bölümlerinden mezun olup bunu mektepli olarak yapanlar da var. Dolayısıyla alaylı biri olarak ben ancak iyi çevirmenlerin çevirdiği metinleri okuyarak, aynı zamanda iyi yazarlarımızı okuyarak Türkçenin ifade imkânlarıyla ilgili kavrayışımı genişlettim, bu arada tabii ki sözcük dağarcığımı da zenginleştirdim. Yani benim hocalarım iyi yazarlar ve iyi çevirmenler oldu diyebilirim. Ama bu hiçbir zaman bitmeyen bir süreç. Sürekli yeniden yeniden okumalar yapmak gerekiyor. Mesela çevirmenin bence kendine ait bir sözlük oluşturması gerekiyor. Belli alanlarda çeviri yapıyorsak, ki genelde öyledir, ne de olsa her çevirmen her metni çeviremez, o alanla ilgili kendince bir sözlük oluşturulursa ondan çok fayda görülür. Aynı kelimeye sürekli yeniden bakmaya gerek kalmaz. İşi kolay kılar. Tespitin doğru: Okullarda verilen eğitim hiçbir zaman yetmiyor. Senin ayrıca kendini geliştirecek etkinliklerde bulunman lâzım diyebilirim.

S: İyi, yetkin, doğru çeviriden ne anlıyorsun?

O: Bence iyi çevirmen, varlığını hissettirmeyen çevirmendir; yazarla okur arasına girmeyen, yazarın önüne geçmeyen, yazardan rol çalmayan çevirmendir. Bence çevirmen bir ayna işlevi görmeli, belki yüzde yüz bunu yapamayabilir, hatta kimi metinlerde yapması imkânsızdır, dilin doğası buna engel oluyor zaten ama onun elinden geldiğince yazarla okur arasında bağlantı kurması, yazarı imkânlar elverdiği ölçüde olduğu gibi yansıtması gerekiyor.

S: Yazarla okur arasında çapaksız, kılçıksız bir iletken, ulak olması gerekiyor.

O: Evet, hatta bizde bir söz vardır: İyi çeviri, çeviri kokmayan, okunduğunda çeviri olduğunu hissettirmeyen çeviridir. Diyelim ki çevirdiğin yazar Türkçe biliyor olsun ve senin çevirdiğin metni okusun, "Aa, işte ben böyle yazdım, evet," demesi gerekir. İyi çeviriden benim anladığım budur.

S: Ama şöyle cinsiyetçi çağrışımları olan bir söz de vardır: İyi çeviri güzel bir kadına benzer; güzeli sadık, sadık olanı güzel olmaz."

O: Doğru, bu da söyleniyor.

S: Cinsiyetçi ve özcü çağrışımlarını da mahcubiyetle belirterek söylüyorum. Bu söze nasıl yaklaşırsın? Hem metnin özüne, cevherine sadakat gösterip hem de yetkin, güzel, nefasetli bir çeviri neden olmasın?

O: Benim o sözden anladığım şu: Sözcüğü sözcüğüne çeviri, tam da demin bahsettiğimiz gibi çeviri kokan çeviri olduğu için birebir çevirmek çoğu zaman doğru bir dil tutumu değil. Peki orada sadık kalınması gereken şey ne? Bence anlama ve üsluba kesinlikle sadık kalınmalı. Anlam ve üslupta biz sadakatten taviz veremeyiz. Çünkü bir dilden bir başka dile bilgi birimini aktarırken o bilgiyi, eşittir anlamı, eksiltmemeliyiz ve çarpıtmamalıyız.

S: Ve ona katmamalıyız.

O: Katmamalıyız. Benim sadakatten anladığım bu. Bunun dışında sonuçta bir metni başka bir dilde çevirmen yeniden kuruyor. Yani çevirmenin inşacı bir işlevi de var.

S: Aynı zamanda da yorumsamacı.

O: Burada tabii ki kendi anadilinin ifade imkânlarını devreye sokacak ve çevirdiği metnin lezzetli bir şekilde okunabilmesi için maharetini gösterecektir. Öyle örnekler var ki, mesela İngilizce bir deyimi birebir çevirdiğinde çok saçma bir anlam ortaya çıkabiliyor. O deyimin kast ettiği manayı kendi dilinizde kendi deyiminizle ifade etmeniz gerekiyor.

S: "It's raining cats and dogs" deyimi aklıma geldi mesela. Kelimesi kelimesine çevrildiğinde, "Gökten kediler, köpekler yağıyor," gibi bir tuhaf bir karşılığı oluyor.

O: O deyimi birebir çevirdiğinde ne kadar saçma oluyor, değil mi!?

S: Türkçeye sağanak yağış, bardaktan boşanırcasına şeklinde tercüme ediliyor halbuki.

O: Evet, evet.

S: İtalyanların bir sözü vardır: “Traduttori traditori” (Çevirmek ihanettir). Peki metnin özüne, cevherine sadakat göstermekle onu yorumsamak, yoğurmak bakımından çevirmenin konumu tam olarak nerede duruyor? “Öze sadık kalınmalıdır,” önermesinden özcü bir yaklaşım da neşet edebilir mi? Mesela Can Yücel'in şiir çevirilerine, özellikle de Shakespeare'in sonelerini çevirişine sözü getirmek istiyorum. Çok lezzetli bulunur, ama bunun kaynak dile bir ihanet olduğundan da dem vurulur. Peki siz, Can Yücel özgülünde düşünecek olursak, onun Türkçe söylerken bu kadar kantarın topuzunu kaçırıyor ve yorumsamacı oluşunu nasıl okuyorsunuz?

O: Açık konuşayım: Ben orada Shakespeare'den ziyade Can Yücel okumuş gibi hissediyorum. Tabii ki edebi bir tadı var, Can Yücel büyük bir şair, o tadı ister istemez alıyorsunuz ama sanki Shakespeare biraz arka planda kalmış gibi de hissediyorsunuz.

S: Bir parça had aşımı var mı orada?

O: Var gibi, yani Shakespeare'den biraz rol çalmış. Bir de çevirmenin şöyle bir işlevi de var: O sadece bir dili bir diğerine doğru aktarmıyor, aynı zamanda dili icat da ediyor. Özellikle felsefe ve sosyal bilim çevirilerinde henüz Türkçede olmayan kavramları da türetiyor. Çevirmenin inşa ederken, bir metni anadilinde yeniden kurarken aynı zamanda yeni kelimeler bulması da gerekiyor. Bir başka önemli işlevi de bu.

S: Aziz Yardımlı'nın İdea Yayınları bünyesindeki felsefi metin çevirilerinde yaptığı gibi. Yani çevirmenlerin bir de anadiline karşı kavram türetmek gibi bir mükellefiyeti var.

Evet. Bilirsin, felsefe ve sosyal bilim metinlerinde halihazırda bizde olmayan kavramlar var. Onların ilk kez Türkçeye çevrilmesi ve karşılıklarının bulunması gerekiyor. Burada çevirmene doğru çeviri yapmak noktasında büyük sorumluluk düşüyor. Çünkü ilk kez bir kelime ortaya atmalı ve bu kavramın karşılığını olduğu gibi, her nasılsa öyle vermelisin. Bence çevirinin en zor taraflarından biri de bu. Çünkü kavram türetebilmek için çevirdiğin alanla ilgili ciddi bir donanıma sahip olman lâzım. Mesela Deleuze çeviriyorsan onu yalayıp yutmuş olman lâzım ki kendisine özgü kavramlarını dosdoğru çevirebilesin. Bu hakikaten de zor ve önemli geliyor bana.

S: O halde sen, çevirmenin sosyal bilimler ve felsefe metinleri çevirirken basbayağı filozofik bir tavır, duruş da takınması gerektiğine işaret ediyorsun.

O: Evet, doğru. Felsefik bir kumaşı olmalı. Nasıl ki edebi metin, şiir çevirilerinde çevirmenin yazar olması gerekmiyor olsa da bir yazar kumaşı olması ve o duyuya sahip olması gerekiyorsa, felsefi metin çevirmenleri için de aynı şey geçerli. Mesela Poe'nun şiirlerinin birkaç çevirmen tarafından çevrilmiş örnekleri var. O örnekleri karşılaştırdığımızda yazar kumaşına sahip çevirmenle olmayan çevirmeni çok berrak bir şekilde görebiliyorsun. Birisi mesela diyor ki, "Uzun yıllar önceydi." Öbürü de diyor ki, "Seneler seneler evveldi." İkisi arasındaki farkı algılayabiliyor musun!?

S: Tabii ki. İkincisi çok daha ezgili, şairane, musiki kokulu.

S: Şunu da merak ediyorum: Genellikle metinler mi size sunuluyor? Yoksa sizin de çevrilmek üzere yayınevlerine önerdiğiniz, sunduğunuz metinler oluyor mu?

O: Genellikle yayınevlerinin çevrilmeyi bekleyen kitaplar kümesi oluyor. Editör ve çevirmen birbirlerini tanıdığı zaman, editör çevirmenin daha önce çevirdiği metinleri ve bekleyen kitaplardan hangilerinin o çevirmene uygun olduğunu da bildiği için önce ona teklifte bulunuyor. Genel işleyiş bu, ama bazen sen bir çevirmen olarak yayınevlerinin gözünden kaçmış, kıyıda köşede kalmış ama çevrildiğinde bir boşluğu dolduracak bir metne de denk gelebiliyorsun. O zaman insiyatif kullanarak yayınevine metin önerebiliyorsun. Hani, "Bakın böyle bir metin var, şimdiye kadar çevrilmemiş olması bile bir kayıp, bunun çevrilmesi gerektiğine inanıyorum," diye yayınevlerine öneride bulunabiliyorsunuz bir çevirmen olarak. Kaldı ki yayınevleri bu tür önerilere açıktır, hatta çoğu zaman hoşlarına bile gider.

S: Bu şekilde yayınlanmasına önayak olduğunuz kitaplar oldu mu?

O: Oldu, evet.

S: Çevirmenin aynı zamanda sıkı bir okur olması gerekliliğine biraz daha değinelim istersen.

O: Bu olmazsa olmaz bir şart. Çevirmenin çok iyi bir okur olması gerekiyor. Bizim yaptığımız işin iki cephesi var: Karşınızdaki yabancı dilde yazılmış metni, sıradan okurun okuduğundan çok daha titiz, ayrıntılı, ince eleyip sık dokuyarak okumanız gerekiyor. Önce, "Bir metin nasıl okunur?" meselesini iyi bilmek gerekiyor. Yani o metnin içindeki cümlelerin birbiriyle olan ilişkisine göre her cümle bir anlam kazandığı için çevirmenin ayrıntıları gözeterek o metni okuyup, anlayıp çözümlemesi gerekiyor. Sürekli kendisisnden şüphelenmesi de gerekiyor bu arada.

S: Kuşkucu Thomas olmak gerekiyor.

O: Evet, doğru anlayabildim mi diye. Ya da o metinde anlayamadığı şeylerin peşine düşüp araştırmalar yapması gerekir, yan okumalar yapması gerekir; hele ki bu, felsefik metinler mevzu bahisse kaçınılmazdır. Bu anlamı artık zihinde netleştirdikten sonra ikinci aşamaya geçilir.

S: Çevireceğin metinlerde aradığınız belli başlı nitelikler var mı? Gerek zarf gerekse de mazruf bakımından şundan aşağısına yokum dediğin kıstasların nelerdir bir metinde?

O: Açıkçası benim bu konudaki temel kriterim şudur: O kitap çevrildiğinde ben bir okur olarak onu alıp okur muyum diye kendime sorarım. "Evet, büyük bir merak ve heyecanla okurum," diyebiliyorsam o çeviriyi kabul ediyorum, çünkü ancak o heyecanı hissedersem o metni canı gönülden çevirebiliyorum. Beni sıkan, pek ilgi alanıma girmeyen, beni motive etmeyen metinleri doğrusu çevirmiyorum. Her çevirmen her metni zaten çevirmez ya da çeviremez, onu da başkaları çevirir zaten. Temel kriterim, beni meraklandıracak, heyecanlandıracak, ufkumu genişletecek metinler.

S: Aynı zamanda sarsacak.

O: Tabii. Peşin hükümlerimi, önyargılarımı, ezberlerimi yıkacak.

S: Düşünce alışkanlıklarını, ataletini kıracak.

O: Evet, böyle metinleri insan daha heyecanla çeviriyor. Hatta o metinle yatıp kalkmaya başlıyorsunuz. Bütün hayatın sanki o metinmiş gibi bir noktaya geliyorsunuz. Bazen bir cümlede duraklıyorsunuz; epeyce, günlerce o cümlenin üzerine düşündüğünüz oluyor. Çevirmenin kendisini, dil yeteneğini geliştirmesi açısından sınırlarını zorlayan metinler aslında iyi metinlerdir.

S: Mesela bazı şairler kimi kelimeleri, imgeleri, mecazları uzun uzun aradıklarını söylüyorlar ve şiirlerini daha doygun, daha bereketli olabilsin diye nadasa bırakıyor, dinlendiriyorlar. Sizin de bazen belirli bir kelimenin ardına sürek avına çıkar gibi düştüğünüz oluyor mu? Böylesi bir arayış her çevirmence duyumsanabilmeli midir?

O: Evet, iyi çevirmenlerde bu vardır, çünkü ilk akıllarına gelen kelimenin, kavramın doğru olmayabileceğini, tam oturmadığını, bir şeylerin eksik kaldığını, üslubu tam yansıtamadığını, anlamı tam veremediğini hissederler ve o doğru kelimeyi bulana kadar da epey bir mücadele ederler. Her çevirmen bunu yaşar, bende de çok olmuştur bu ve o doğru kelimeyi bulduğunda da çok mutlu olur, içi rahatlar, çünkü mesleğe karşı sorumluluk duyuyorsun ve onu elinden geldiğince yetkin yapmaya çalışıyorsun. Mesela bir psikoloji metnini çeviriyorsan orada sıkça tekrarlanan kavramların, terimlerin en doğru karşılıklarını bulman gerekiyor. Çünkü onlar sıradan kelimeler değil, bir düşünce ağırlığı taşıyorlar, o alanın terminolojisinde çok kilit bir noktada duruyorlar. Bu konuda tabii bizde sıkıntılar var. Hâlâ belli terimlerin, kavramların karşılığı konusunda bir fikir birliğine ulaşılmış değil.

S: Bu neyden kaynaklanıyor?

O: Bu Türkiye'de canlı bir düşünce hayatı ve eleştiri kültürünün olmayışından kaynaklanıyor. Bu konuda son dönemlerde bir çölleşme var. Mesela 90'lı yılları hatırlıyorum da o dönemler düşünce ve sanat ortamı daha canlıydı. O vakitler çeşitli dergiler çıkardı, çeşitli mecralarda tartışmalar olurdu. Şimdilerde sanki bu durum biraz cansızlaştı, verimsizleşti. Renksiz bir ortam var artık.

S: Bunun karanlık sevici (obskürantist) ve cehalet sevici, kültürsüzleştirici siyasal iklimle de alakası olduğunu düşünüyorum.

O: Evet, onunla da ilgisi var. Terminoloji, kavram meselesinde fikir birliği sağlanamaması ve ortak kavrayışı temsil eden bir sözlük oluşamaması, eleştiri eksikliğinden kaynaklanıyor.

S: Türkiye'de zaten daha çok dilde anlatım, ifade, sözdizimi, imla ve noktalama bakımından, yani eskilerin fesahat dediği olgu yönünden çalışmalar var. Bazen öztürkçeci, özcü kaygılar ve saplantıları da içeriyor bu tartışmalar. Dil duyarlılığını, dil sevgisini, anadili sevgisi ve ona kıyak geçme şeklinde kültür merkezli bir şekilde ortaya koyan bir eğilim hep olageldi bizde.

S: Çevirisini yapacağın yazarın biyografisini, onu kuşatan içtimai, tarihi, sosyo-kültürel koşulları okuma ihtiyacı hissediyor musunuz? Bir yazarı tarihsel bağlamıyla okumak ve kavramak onu daha yetkin çevirmeye katkıda bulunur mu?

O: Tabii ki. Yazarın hayat hikâyesini, hangi dönemde yaşadığını, yaşadığı dönemin koşullarını, kimlerle ilişkilendiğini, kimlerden etkilendiğini bilmek gerekiyor çeviri yaparken. Hatta Fuat Sevimay gibi ağır edebi metin çevirileri yapan kimi çevirmenler, bunu daha ileri noktalara götürebiliyor. Fuat Sevimay mesela Joyce çevirileri yaparken, Finnegan Uyanması kitabında olduğu gibi, doğrudan yazarın yaşadığı yere, kente, mahalleye, sokaklara, dükkânlara uğruyor, oradaki yaşama dâhil oluyor. Joyce o kitabında o yaşamı anlattığı için oraya giderek o ortamın kokusunu almanın, o ruhu görmenin kendisine katkıda bulunacağını düşünüyor. Temel ve köşe taşı metinlerin çevirisinde çevirmenin bunu yapabilmesinin maddi imkânları her zaman olmayabilir. Devletin bu noktada fon ayırıp çevirmenleri teşvik ve finanse etmesi gerekiyor. Bunu Avrupa'nın pek çok ülkesi yapıyor, çeviri fonları ayırıyor, diğer dillere çevrilecek kitapları belirliyor, o kitapları çevirecek çevirmenlere çok cazip tekliflerde bulunuyor, hatta çevirmeni ülkelerine davet ediyor, ağırlıyor. Yani çeviriye hakikaten çok önem veriyorlar. Bizde bu hassasiyet maalesef şu an için yok, ama mutlaka devletin en azından temel metinler söz konusu olduğunda çevirmenlere destek sunması gerekiyor; kültür hayatının canlanması, gürleşmesi için kaçınılmaz bir şey bu.

S: Çevirinin şiir halini biraz daha deşelim diyorum. Şiirin başka bir dile çevrilemeyeceğine, belki de ancak başka bir dilde yeniden yazılabileceğine dair bir yargı var. Bu yargının sizdeki doğruluk değeri ve derecesi nedir?

O: Bu konuda ben kesin bir yargıda bulunamam. Bunlar teorik meseleler aslında. Dilbilim ve edebiyat sahasında bununla ilgili tartışmalar hâlâ devam ediyor. Şiirin özel bir konumu var. Şiir bir dilin en rafine, ifade imkânlarının, söz sanatlarının en çok devrede olduğu bir tür olduğu için çevirisi de en zor olan alanı. Bazı metinlerin, bazı şiirlerin yüzde yüz çevrilemezliğini anlayabiliyorum, buna hak verebiliyorum. Mesela bizim Divan edebiyatını, Fuzuli’yi düşünelim. Fuzuli’yi hem o ölçüyü, hem o kelime dağarcığını taşıyarak İngilizceye nasıl çevirebilirsiniz!? Bu neredeyse imkânsız gibi geliyor bana. Bazı metinler için bunu söyleyebiliriz belki ama her şiir için bunu söylemek mümkün değil. Bu, çevirinin ağırlığını hafifsemek olur. Meşhur bir söz vardır: “Yazarlar ulusal edebiyatları yaratırlar, çevirmenler de dünya edebiyatını yaratırlar.” Dolayısıyla bazı metinler tam olarak çevrilemiyor ama şiir kesinlikle çevrilemez demek de biraz abartılı, genellemeci, toptancı bir yargı gibi geliyor. Çünkü çok güzel, nitelikli şiir çevirileriyle de karşılaşıyoruz. Bir şiiri çeviren kişi şairse o çeviri daha güzel oluyor. Şairlerin şairleri çevirmesinin apayrı bir tadı var. Orhan Veli’nin çevirilerinde bunu görüyoruz, Sezai Karakoç’ta, başka birçok şairde buna tanık oluyoruz. Dil duyusu denilen bir şey var, ben ona inanıyorum; o dili duymakla ilgili bir şey. Şair kumaşı olan da okuduğu şiirin duyusunu, duyarlığını duyuyor. Şairin sezgileri çok güçlü olduğu için hissediyor ve daha iyi çeviriyor haliyle.

S: Siz daha çok düzyazı, sosyolojik, kuramsal, sanat tarihine ve sanat ekollerine dair metinler çeviriyorsun. Peki hiç şiir çevirisine meylettiniz mi?

O: Üniversite yıllarım, ciddi şekilde şiir okumaya başladığım dönemdi. O zamanlar İkinci Yeni şairlerini okumaya başladım ve onlardan çok etkilendim. O okumalarımla şiirin nasıl bir şey olduğuna dair içimde bir duyarlılık da oluştu açıkçası. Onun da etkisiyle amatörce yaptığım çeviriler arasında çok ağdalı yazılmamış, sade şiirler vardır. Sonradan edebi metinlerin, özellikle şiir çevirisinin o alanla ilgili daha özel bir eğitimden geçmeyi gerektirdiğini fark ettim ve devam etmedim. En azından o tarz metinleri çevirecek birinin İngiliz dili ve edebiyatına, tarihine, o dilin gelişimine, o dilin edebiyat akımlarına ve dönemlerine dair hatırı sayılır bir donanıma sahip olması gerektiğine kanaat getirdim.

S: Türkçeye sürekli İngilizceden, Fransızcadan, Almancadan başta sosyal bilimler sahasında kuramsal kitaplar olmak üzere metinler çevriliyor. Ancak Türkçeden İngilizceye ve diğer Batı dillerine çevrilen metinler oldukça sınırlı. Bu o dillerin Türkçeye karşı üstünlüğüne işaret eder mi?

O: Bu, dilin kendisinden kaynaklanan bir sorun değil. Bu o ülkenin düşünce ortamının ne derece canlı olup olmadığıyla alakalı. Türkçe çok esnek bir dil; yüklemi cümlenin başına da alabiliyorsun, ortasına da koyabiliyorsun. Bu esnekliğin dile kazandırdığı bir kullanışlılık var. Türkçe esnekliğinden ötürü aynı zamanda çok kullanışlı da bir dil. Kelime dağarcığı aslında zengin; diğer dillerden de kelimeler alıp kendine mâl etmiş. Türkler etkileşime geçtiği medeniyetlerden epeyce kelime almış. Dillerin birbirine yapı olarak bir üstünlüğü yok. Ama şu var tabii: Mesela Almanca denildiğinde insanlar felsefe dili diyorlar. Neden? Çünkü Almanya’da köklü bir felsefe geleneği var. O gelenek, o dili işliyor, o alanda dil ilerliyor. Dil işlendiği sürece gelişen ve ilerleyen bir şey. Sen o düşünce geleneğini bu topraklarda kurmazsan telif kitap yazamazsın tabii ki. Hal böyleyken elbette mecburen çeviriler yapacaksın. Dışarıda o kadar tartışmalar yürütülüyor ki; özellikle bu salgınla ilgili Agamben’in başını çektiği tartışmalar yaşandı ve bir salgın literatürü oluştu. Bu düşünsel faaliyetlerin ne derece önemsendiğiyle ilgili bir şey. Hatta bence bazı noktalarda Türkçenin İngilizceden daha cazip, daha ekonomik tarafları var. Mesela artikel meselesi Avrupa dillerinde tam olarak bir angarya. Nesnelerde bile erillik, dişillik ayrımına gidilmesi gereksiz bir şey yani. O artikelleri ezberlemek tam bir yük ve dili hantallaştıran bir şey ve anlam açısından hiçbir işlevi de yok. Türkçe bu konuda çok rasyonel bir dil, o artikeller yok Türkçede.

S: Bu artikel meselesi Türkçenin gramer bakımından hiç de cinsiyetçi olmadığını düşündürtmesi bakımından da önemli. Mesela İngilizcede gemiler, arabalar dişil zamirle belirtiliyor. Yani eşyaları, nesneleri bile eril ve dişil tanım edatlarıyla belirtme gereksinimi duymaları bana hep ilginç gelmiştir. Batı’da buna karşı bir eleştirel tutum var artık.

O: Feministler buna tepki gösteriyor.

S: Evet, feminist dil çalışmaları bunu soruşturmaya, eleştirmeye başladı. Türkçenin gramerinde böylesi bir cinsiyetçilik yok.

S: Peki çeviri yaparken gerek duyduğun mekân, ortamdan bahsedebilir misin?

O: Çeviri yaparken dış dünyadan kendimi olabildiğince yalıtıyorum. Dışarıdan konsantrasyonumu bozacak etkilere karşı önlemler alıyorum. Mümkün olduğunca sessiz, sakin, dingin, sadece metinle baş başa kaldığım bir ortamda çeviri yapıyorum. Bazı arkadaşlar hafif bir fon müziğini tercih ediyorlar. Bunun bile beni rahatsız ettiğini hissettiğim için sadece metinle bir başıma olmam, araya başka hiçbir şeyin girmemesi gerektiğini anladım. Elimden geldiğince metne yoğunlaşabilmeliyim. Böyle bir ortamda çeviri yapıyorum. Doğal olarak internetteki sözlükleri kullanıyoruz. Bir sözlük yetmiyor tabii, kullandığım birkaç sözlük var. Hatta sadece Türkçe sözlükler de yetmiyor, çoğu zaman yabancı sözlüklere bakma ihtiyacı da hissediyorsunuz. Hatta daha da ileriye gideyim; o sözlükler de yetmiyor, internette araştırma yapmaya koyuluyorsunuz; diyelim bir kelimeyi, kavramı çevireceksiniz; onun başka metinlerde hangi anlamlarda kullanıldığına bakıyorsunuz.

S: Bağlam teftişine çıkıyorsunuz yani.

O: Evet, daha kapsamlı bir araştırma yapmak da gerekiyor bazen. İlginçtir, şu bile oluyor mesela; internetin çevirmenlere sunduğu imkânlardan biri de bu: Eğer çevirdiğin metnin yazarı yaşıyorsa ve çevirdiğin metinde bir türlü anlamını çıkaramadığın bir cümle varsa diyelim –ne yapıp ediyorsun, sözlük taramaları yapıyorsun, başka yan okumalar yapıyorsun, bütün bunlara rağmen tam olarak o cümleyi çeviremediğini hissediyorsun- yazarla iletişim kurup yazardan destek de alabiliyorsun ki ben yapmıştım.

S: Aa! Öyle mi! Hangi yazardan yardım istemiştiniz?

O: “Mozart in the Jungle” diye bir kitap vardı. Bir klasik müzik sanatçısının yaşadığı dönemde müzisyenlerin ortamlarını anlattığı bir romandı. Romanda müzikle ilgili bir sürü terminoloji, müzisyenler arasında kullanılan özel deyimler vardı. Bütün bunlara tabii yabancıydım, Türkçede de karşılığı yoktu. Yazardan o konuda yardım almıştım, bana açıklamalarda bulunmuştu, “İşte biz kendi aramızda şöyle deriz, bununla şunu kast ediyoruz,” diye açıklamıştı bana. İnternet aslında bu işleri biraz daha kolaylaştırdı.

S: Ülkemizde dil duyarlılığının zaman zaman dil polisliğine, takıntılı bir fesahatçiliğe vardırıldığına tanık oluyoruz. Peki sizce dile dair özcü, kuralcı, doğrucu yaklaşımların riskleri var mı?

O: Burada şundan bahsedebiliriz: Öztürkçe meselesi bence artık aşıldı. Bir dönem öyle bir öztürkçe hareketi olmuştu ama birtakım öztürkçe kelime halk tarafından benimsendi, bazılarını da halk kabul etmemiş, bir kenara atmış, kaybolup gitmiş. Dil zaten canlı, organik bir yapı olduğu için halk bir şekilde doğru olanın ne olduğunu az çok seziyor ve kendine yakın bulmadığını da kullanmıyor. Kullanılmayan kelime de zaten dilde varlık kazanamıyor. Şimdi geldiğimiz noktada iki uç vardı: Bir tarafta öztürkçeciler. Bunlar kesinlikle Farsçadan, Arapçadan Türkçeye mâl olmuş kelimeleri kullanmaya karşı çıkıyorlardı. Öbür uçta da eskimiş, köhne, tedavülden kalmış, ağır Osmanlıca kelimeleri kullanmayı bir marifet sananlar vardı. Bu iki aşırı uç arasında aslında doğru olan orta yol. Hem o zenginlikten vazgeçmeyeceksin, çünkü hâlâ dolaşımda olan çok güzel kelimeler var.

S: Kesinlikle.

O: O kelimelerin çağrışım zenginliği müthiş. Mesela tahayyül, tasavvur kelimeleri böyledir ve öztürkçede karşılıkları da yok.

S: Ne kadar güzel kelimeler.

O: Ve biz bu kelimeleri yıllardır kullanıyoruz. Özellikle sosyal bilim metinlerinde bu kelimeler bizim can simidimiz. Mesela bir tecessüm kelimesi hem kulağa hoş gelen güzel tınılı, hem de anlam ve çağrışım zenginliği olan bir kelime.

S: Gündelik dile dair duyduğunuz endişeler neler?

O: Bugün için dille ilgili en fazla endişelendiğim konu, Türkçenin eskiden hiç tanık olmadığımız kadar İngilizce kelimelerin işgâli altında olması. Yani özellikle yeni kuşakların konuşmalarına kulak kabarttığımda çoğu zaman bir özenti ve böbürlenme amacıyla İngilizce kelimeleri konuşmalarına serpiştirdiklerini duyuyorum ve bu kullanım giderek yaygınlaşmaya başladı. Siyasiler de, haber spikerleri de kullanıyor. Bu feci bir durum bence. Dilin renklerinin solması, kaybolması, zenginliğini yitirmesi açısından bir tehdit içeriyor. Yani niye abartmak kelimesi dururken egzajere etmek kelimesi kullanılır ki!? Egzajere etmek ne demek!? Söylemek bile zor zaten. İngilizceden birebir alınan böyle ifadeler giderek yaygınlaşıyor.

S: Kompliman yapmak mesela. Bir de o yardımcı fiilleri yerli yersiz, uygunlu uygunsuz kullanmak yok mu! İngilizce bir fiili Türkçe bir yardımcı fiille birlikte kullanmak. Türkilizce diye de karikatürleştirilen bir dil tutumu zaten bu. Plazalıların, orta sınıfın, beyaz yakalıların çokça müracaat ettiği bir dil kullanımı aslında. Evet, ben de bunu dilin estetiğini bozan, lezzetini kaçıran bir arıza olarak görüyorum. Teknik, mekânik, ruhsuz, hayatiyetsiz bir dil yaratıyor bu.

O: Saussure, dil ve düşüncenin bir kâğıdın iki yüzü gibi olduğunu söyler. Sen eğer dilini bu yabancı kelimelerin işgalinden koruyamazsan o kâğıdı dil kısmından kestiğinde diğer tarafı, düşünce yüzü de kesiliyor, düşünce dünyan da darbe alıyor, düşünce ufku da daralıyor. Dil ve düşünce birbirinden koparılamaz iki olgu. Biz, dilin içinde düşünüyoruz. Kendi dilinden vazgeçmek, kendinden vazgeçmektir, yılların getirdiği bu ortak mirastan vazgeçmektir. Bu, üzerinde durulması gereken ciddi bir mesele.

S: Mevlana’nın sözünden istim alarak bir soru yöneltmek istiyorum: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu, duyarlılığı paylaşanlar anlaşabilir.” Aynı dili konuştuğumuz halde bunca ihtilafa, bölünmüşlüğe nasıl batabiliyoruz? Bu durum, dilin içsel yapısının bir zorunluluğu mu? Yoksa insan beyninin, zihninin kusurlarıyla mı ilgili? Ya da kültürel, tarihsel kodlarla, genetikle mi ilgili? İnsan evladı nasıl oluyor da “İnsan kısım kısım, yer damar damar” sözünü hatırlatırcasına bunca bölünebiliyor?

O: Bu başka disiplinleri de içine alacak şekilde çok kapsamlı bir cevaba muhtaç bir soru. Meselenin dil tarafı var, sosyolojisi var; öbür yandan zihinden bahsediyorsun, sinirbilimsel bir boyutu da var. Aynı kelimelere yüklenen öznel ve farklı anlamlar var. Aynı kelimeyi kullanıyoruz ama onun senin zihnindeki anlam yüklemiyle benimki farklıysa aynı dili konuşuyormuş gibi görünsek de aslında…

S: Karşılıklı monolog halindeyiz demektir belki de.

O: Biz de bunun farkında değilizdir belki de. Bu yüzden de tartışmalar hiç bitmiyor ve şiddet şeklinde dışavurumlar olabiliyor. Bu başlı başına bir dosya konusu. Bunu farklı disiplinler kendince yorumlamalı, açıklamalı diye düşünüyorum.

S: Peki editörlerle, redaktörlerle ilişkilerinden bahseder misin? Bir çevirmenin daha olgun, vasıflı bir çeviri gerçekleştirmesinde editörle olan hukuku, paslaşmaları nerede duruyor? Sizin üzerinizde hakkı olan editörler, redaktörler oldu mu?

O: Gördüğüm kadarıyla bu işin temelde üç ayağı var: Yayınevinin üst mercii olarak editör, onun bir yan çalışanı olarak redaktör ve çevirmenden oluşan bir üçlü yapı söz konusu. Çevrilecek kitaba editör karar veriyor, sonra çevirmenle temasa geçiyor, sonra çevirmenle editör arasında çeviri sürecinde metinle ilgili bir ilişki, teati gelişiyor. Çevirmen bazı yerlerde takılabiliyor, o noktada editörden editöryal yardım alması gerekiyor. Mesela çevirmenin antropolojik bir metin çevriliyorsa eksik kaldığı yerde o alanın uzmanından yardım alması gerekiyor, bunu da editör vasıtasıyla yapıyor. Yani burada kilit noktada editör duruyor.

S: Peki iyi bir editörün sahip olması gereken vasıflar nelerdir? İyi bir diplomat olması mı gerekiyor aynı zamanda?

O: Bahsettiğimiz iletişimi çok işlek bir şekilde kurması gerekiyor. Bunun için de çevirmenini çok iyi tanıması lazım, çevirmenin çeviri geçmişini iyi bilmesi lazım. Editörün akademiyle dirsek teması içinde olması lazım, çünkü çeviriden gelen metinlerin ileri okumaları konusunda fikir alabileceği çeşitli alanlarda uzman, yekin, bilirkişi diyebileceğimiz isimler olması lazım. Bunlar çoğunlukla akademisyenler oluyor haliyle. Diyelim ki bu çeviri süreci selametle işledi ve çeviri bitti, metin yayın evine sunuldu; orada süreçler farklı şekilde işliyor galiba. Çevirmenin deneyimli ya da deneyimsiz olması da belirleyici oluyor. Eğer çevirmen deneyimsizse editörün çevrilen metni orijinal metinle karşılaştırması gerekiyor; bakalım çevirmen metni gerçekten anlamış mı diye. Demek ki editörün aynı zamanda en az çevirmen kadar yabancı dil, belki de birkaç yabancı dil bilmesi gerekiyor, kaynak dille hedef dili karşılaştırabilmesi için. Redaktörün yaptığı şeye gelelim: Redaktör tabii orijinal metinle karşılaştırma yapmıyor sanırım, o daha çok imla ve noktalama kurallarıyla ilgileniyor.

S: Eskilerin deyimiyle musahhih denilebilir yani.

O: Evet, ya da düzeltmen. Metindeki imla ve noktalama hatalarıyla ilgileniyor, sonra da metin çıkıyor. Bazı yayınevleri birkaç kişiye son okuma yaptırıyor. Redaktöre Türkçesini okutuyor. Diyelim ki çeviri dosyası psikoloji metniyse o alandaki bilirkişiye o psikoloji terimleri açısından okumasını yaptırıyor. Bazen böyle birkaç okuma gerektiren çeviriler de oluyor.

S: Türkiye’de çevirmenlerin yaşadığı sorunlar nelerdir?

O: Türkiye’de çevirmenler yaptığı işin maddi karşılığını alamıyorlar. Dolayısıyla birçok çevirmen bu işi yan iş olarak yapıyor. O çeviriden kazandığı parayla geçimini sağlayamayacağı için asıl yaptığı işin yanında çeviriyi bir boş zaman uğraşı olarak yapıyor. Sadece çeviri yaparak geçimini sağlamak neredeyse imkânsız. Ayrıca çevirmenlerin sosyal hakları yok. Çevirmenlik “freelance “ yapılan bir iş olarak görüldüğü için bu insanların sanki sosyal haklarının olması lüksmüş gibi bir algı oluşmuş, ki ne kadar yanlış bir şey. Çevirmenlerin sigortası yapılmaz mesela. Çevirmenler sigorta primlerini dışarıdan yatırıyorlar. Ödemeler konusunda da çevirmenler sıkıntılar yaşıyor. Ödemeler geç yapılıyor, parça parça yapılıyor, eksik yapılıyor. Böyle bir sürü çevirmen sorunu var. Eskiden bu sorunlar çok daha ağırdı. 2006 yılında Çevbir kuruldu, bizim meslek birliğimiz yani.

S: Çevbir çevirmenler için ne gibi çalışmalar yürütüyor? Çevbir’in faaliyetlerinin çevirmenler için ne gibi kazanımları söz konusu oldu?

O: Çevbir kurulduktan sonra bu meseleler üzerine eğildi, bir tip sözleşme oluşturuldu; standart bir çeviri sözleşmesinde olması gereken maddeler belirlendi bu tip sözleşmeyle. Bu sözleşmeyi çevirmenlerin haklarını gözeterek oluşturdu ve bunu yayın dünyasına kabul ettirmeye çalıştı. Birçok yayınevi bu sözleşmeyi, “Evet, olması gereken budur,” diyerek kabul etmek zorunda kaldı.

S: Nihayetinde nitelikli çevirmene ihtiyaçları var.

O: Evet, sen çevirmene hak ettiği parayı vermezsen bu niteliksiz çeviriye yol açıyor. Piyasadaki birçok çevirinin sorunlu olduğunu biliyoruz. Neden sorunlu? Çünkü çevirmen emeğinin karşılığını yeterince alamadığını düşündüğü için yaptığı işten soğuyor ve gereken özeni göstermiyor. Çevbir çevirmenlerin yayınevleriyle yaşadığı hukuki problemleri çözme noktasında da çok ileri adımlar attı; avukatlar tuttu, yeri geldi yayınevleriyle yazıştı. Çevbir böyle böyle yayın dünyasında söz sahibi olan, muhatap alınan bir kurum halini aldı ve önemli yayınevlerinin editörleri de Çevbir’in bünyesine katıldı, Çevbir giderek büyüyen bir aileye dönüştü ve bu ailenin üyelerine yönelik faaliyetler de yürüttü. Çevirilerin niteliğini yükseltmek için atölyeler düzenlemeye başladı. Panellerle çevirmenlerin sorunlarını kamuoyu huzurunda tartıştı. Sosyal bilimler ve edebiyat çevirisi atölyeleriyle çevirmenlerin mesleki yeterliliklerini, yetkinliklerini arttırmaya çalıştı. Sorunlar tamamen çözülmedi elbette ama eskiye göre yol kat ettik diyebiliriz.

S: Çevirmenlerin metinlerinin kalitesini düşüren sorunlardan biri de zaman basıncı, değil mi? Günün sonunda yayınevleri ticari işletmeler olduğu için çevirmenler üzerinde sürekli bir zaman baskısı oluşturuyor ne de olsa.

O: Özellikle çoksatan kitapları basan yayınevleri, yazı işleri bürosu gibi çalışıyor. Her çevirmenin bir bölmesi var ve kâtip gibi dokuzdan altıya kadar sürekli sürekli çeviri yapıyor bu insanlar ve onlara bir kereliğine para ödeniyor. Bence onlar ciddi bir sömürü içindeler. Onlar sanki zamana karşı yarışıyorlarmış gibi, sanki o romanın bir an önce çıkması ve yüz bin satması gerekiyor, ancak işler o şekilde yürüyormuş gibi bir iklim yaratılıyor. Ama iyi bir yayınevi ve editör, çevirmen üzerinde bu baskıyı kurmaz. Zaten iyi bir çevirmen de bir kitaba baktığı zaman o kitabı ne kadar zamanda çevireceğini az çok bilir. Hatta ben kendi adıma konuşayım: Kitabı elime aldığımda içeriğine, sayfa sayısına, üslubuna, dilinin yoğunluğuna bakıyorum ve kafamdan bir süre tayin ediyorum, “Ben bu kitabı üç ayda çeviririm,” diyorum, ama kendime bir ay da gecikme payı tanıyıp editörüme, “Bu kitabı dört ayda çeviririm,” diyorum. Her zaman bir gecikme payı bırakılmalı, çünkü hayat sürprizlerle dolu; hastalanabilirsin, başına başka şeyler gelebilir. Yayınevleri de bu konuda anlayışlıdır genelde, hem sözleşmelerde birkaç hafta gecikme olabilir türünden bir madde de vardır. Yani hiçbir zaman o zaman baskısını hissetmek istemem. Metnin aceleye gelmesini, telaş etmeyi istemem, çünkü böyle durumlarda cümleler yeterince düzgün çıkmıyor. Hızlı çevirdiğinde farkında olmadan hatalar yapıyorsun. Bir başkası okuduğunda o hataları görüyor ama senin gözünden kaçıyor. Çeviri yaparken şu çok önemlidir: Bir cümleyi çevirdikten sonra çevirmenin şöyle bir arkasına yaslanıp o cümleyi bir daha okuması lazım, kulağa nasıl geliyor diye.

S: Çevirdiği metne yabancılaşması, dışarıdan bakması gerekiyor.

O: Evet, mesafe alması, dışarıdan bir göz olarak bakıp hakikaten olup olmadığına dair nihai kararını vermesi gerekiyor. Yani hızlı, çalakalem çeviri doğru değil. Sürekli durup durup çevrilen metni bir okur gözüyle okumak bana daha sağlıklı geliyor.

S: Peki Türkçeye vukufiyetini takdir ettiğiniz çevirmenler kimler? Onları da onore etmiş olursunuz belki de böylece.

O: Roza Hakmen’in Fransızcadan çevirileri, özellikle Marcel Proust çevirileri çok güzel. Rekin Teksoy’un İlahi Komedya çevirisini, Ahmet Cemal’in Almancadan çevirilerini çok beğenirim. Avi Pardo’nun Bukowski çevirileri o kadar tatlı ki. Benim de bir dönem atölyesine katıldığım İlknur Özdemir’in Virginia Woolf çevirilerini, Rusçadan Sabri Gürses’in, Dost Körpe’nin çevirilerini beğeniyorum.

S: Nihal Yalaza Taluy geldi aklıma.

O: Evet, ilk nesil çevirmenlerden, çok da üretken bir çevirmendir.

S: Ya Sabri Esat Siyavuşgil’in Cyrano de Bergerac’ına ne demeli!?

O: Aa! O muhteşemdir ya!

S: O nasıl bir çeviridir yahu! Kaynak dilden daha iyi olduğu söylenir.

O: Doğrudur. Muhteşem! Acayip hakikaten de! Su gibi akan bir çeviri.

S: Peki yeni nesil çevirmenlerden kimleri sayabilirsin?

O: Begüm Kovulmaz, Işık Ergüden, Savaş Kılıç. Tanıl Bora’yı zaten söylemeliyim.

S: Tek kişilik yayın endüstrisi gibi çalışıyor gerçekten de.

O: Murat Belge diyebilirim.

S: Hoş, ben pek beğenmem onun çevirilerini.

O: Kuru mu gelir biraz?

S: Evet, biraz soğuk, teknik geliyor bana onun çevirileri.

O: Son yıllarda sevindirici gelişmelerden biri de şu: Artık İngilizce, Fransızca gibi ana akım diller dışında da metinler çevrilmeye başladı. Bu çok güzel bir gelişme. Atıyorum, bir kitabın kapağında Danca aslından çevrildiğini gördüğümde mutlu oluyorum. Japoncadan, Çinceden, Balkan dillerinden Türkçeye çeviriler yapılıyor artık. Demek ki eskiye göre çevirmenlerin sayısında ve niteliğinde gelişme kaydedilmiş. Eskiden daha çok İngilizceye mahkûmdu insanlar. Almanca metinler bile İngilizceden çevriliyordu ve bu ciddi sorunlar yaratıyordu. Şimdi bu problem nispeten hafiflemiş gibi görünüyor ama hâlâ belli dillerde nitelikli çevirmen sıkıntısı var, talep tam karşılanmış değil. Kim bilir çevrilmeyi bekleyen ne kadar tatlı metin var.

S: An itibarıyla çevirmekte olduğun metin nedir?

O: Şu an çevirmekte olduğum metin, Otto Rank’ın Sanat ve Sanatçı kitabı, henüz metnin başındayım. Alt başlığı da Yaratma Dürtüsü ve Kişilik Gelişimi. Kitabın çevirisine başlamadan önce Otto Rank üzerine biraz araştırma yaptım ve bildiğim kadarıyla Freud’un parlak takipçilerinden biri. Fakat bir noktadan sonra Freud’un teorisinin yetersizliğini fark edip yollarını ayırıyor ve kendi kuramını geliştirmeye başlıyor. Türkiye’de Doğum Travması’ya anılıyor ve tanınıyor. Bu kitapta temel aldığı meseleyi, yani yaratma dürtüsü ve bunun insanın kişiliğinin gelişimindeki payını disiplinler arası bir şekilde inceliyor. İşlediği konular benim de öteden beri merak ettiğim, ilgi duyduğum konular olduğu için büyük bir keyif ve heyecanla, sindire sindire, hiç acele etmeden, iyice anlayarak çeviriyorum ve ilerliyorum. Dediğim gibi daha başlarındayım, şu an güzel gidiyor, tempom da iyi. Çıktığında da ses getirecek ve ilgi görecek bir metin. Bu durumun da ayrı bir motivasyonu var çevirmen nezdinde.

S: Sizinle tanışmama vesile olan bir sahaf dükkânınız vardı Kadıköy’de Kafkas Pasajı’nın içinde. Orası hem senin çeviri ofisindi, yazıhanendi bir nevi, aynı zamanda da ilginç, Spinoza’cı anlamda kutlu, sevinçli karşılaşmaların da mekânıydı. Peki sahaflık yıllarınızı, Kafkas Pasajı’ndaki o şirin dükkânını nasıl yâd edersiniz?

O: O dükkânı açmadan önce açıkçası evde biraz bunalmıştım. Çevirmenlikte genellikle ev merkezli bir hayat yaşıyorsunuz ve bu bir noktadan sonra insanı asosyalliğe sürükleyebilecek sıkıntılı bir durum. İçine kapanma, dış dünyadan soyutlanma meselesi dikkat edilmesi gereken bir mesele. Ben de bu duruma düşmemek için kendimi biraz dış dünyaya atmak istedim ve güzel bir tesadüf eseri, o pasajdan geçerken o dükkânın kiralık olduğu ilanıyla karşılaşınca ve dükkân mimari yapısı itibarıyla da hoşuma gittiği için orayı tutmaya karar verdim. Niyetim orayı bir çeviri bürosu gibi kullanmak, hem de böylece evin dışına çıkmak, hayata karışmak, vapur yolculuğu yapmak gibi keyifli şeylerdi. Dükkânı açtıktan sonra da her gün orada belirli saatlerde çeviri yapıyordum. Sonra giderek dükkânın bir müşteri kitlesi oluşmaya başladı. Tabii Kadıköy okur-yazarlık oranı yüksek, eğitimli insanların fazlaca bulunduğu bir yer olduğu için de farklı yaşlardan, eğilimlerden insanlar dükkâna gelip gitmeye başladılar. Bu insanların bir kısmı ilk başta sadece müşterimdi, ancak daha sonra ortak ilgi alanları sayesinde o insanlarla arkadaş da olduk, sohbetler gelişti, fikir teatisine geçtik derken sosyal hayatım çok canlanmaya başladı. Sadece ben değil tabii, dükkânıma gelenler de bir iletişim, etkileşim içine girdiler ve sıcak, samimi bir buluşma noktası haline geldi dükkân. O açıdan o yıllar çok keyifli ve güzel yıllardı benim açımdan. Hep sevgiyle ve özlemle anıyorum o yılları.

S: Kaç yıl işlettin orayı?

O: Yedi yıl işlettim. Bu arada dükkâna gelenler arasında yayın dünyasından insanlar da vardı: çevirmenler, editörler, yazarlar, hatta yayınevi sahipleri. Kafkas Pasajı sahafların ağırlıkta olduğu çok bilindik bir pasaj olduğu için o tür entelektüel ilgileri olan insanların da uğrak yeriydi. Onlarla da teşrik-i mesaiye girdik.

S: Peki mesleki açıdan da bu karşılaşmalar, tanışmalar sana ne kazandırdı?

O: Dükkânım vesilesiyle tanıştığım editörlerle de ortak işler yaptık. Ben onlara dükkânımda bulunan basabilecekleri kitaplar gösterdim, önerdim. Çünkü dükkânımda sadece Türkçe kitaplar yoktu, epey Fransızca ve İngilizce kitaplar da vardı. O kitapların içinde henüz çevrilmemiş çok güzel metinler de vardı, o metinlerle de tanıştırdım editörleri. Güzel ve verimli yıllardı.

Editör: Haber Merkezi