AMED ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Tarım Orkam-Senin ilk kadın Genel Başkanı Serap Baysal, 8.Gün programında gazeteci Hamza Özkan'ın Ötekilerin Gündemi YouTube kanalında, canlı yayında soruları yanıtladı.

Hamza ÖZKAN: Sayın BAYSAL, kadın boyutuyla hem KESK’in hem de Tarım Orkam-Sen’in tarihini biraz anlatır mısınız? Siz Tarım Orkam-Sen’in ilk kadın genel başkanısınız; buna ilişkin ve diğer işkollarındaki KESK’e bağlı sendikalarda kadın boyutuna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Serap BAYSAL: Biz, tarım ve ormancılık hizmet koluna bağlı kamu emekçileri sendikasıyız. Ben, 31 yıldan sonra sendikanın ilk kadın genel başkanıyım. 8.dönem kongresi öncesi arkadaşların desteği ile aday oldum. Seçildikten sonra MYK’da bir kadın genel başkan neden olmasın düşüncesi gelişti ve arkadaşların önerisi ile seçildim.

1991 yılında kamu çalışanları sendikaları kurulmaya başlandı. Öncesinde platform şeklindeydi. Kamu Sendikaları Yasası çıkmadan önce uluslararası sözleşmeler ve Anayasa’nın 90.maddesinden hareketle eğitim hizmet kolunda Eğitim-İş ve Eğit-Sen olarak örgütlenmeye gidildi. Türkiye tarihinin, 150 bin kişi ile en büyük memur eylemi Ankara’da yapıldı; 2 gün boyunca Kızılay meydanında geceli-gündüzlü eylemler gerçekleştirildi. Bundan sonra dönemin iktidarı 4688 sayılı sendika yasasını çıkardı ve platform olan oluşumumuz Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK) adını aldı. Tarım Orkam-Sen de KESK’e bağlı tarım ve ormancılık alanında faaliyet veren bir sendikadır ve 1980’li yılların sonlarından başlayarak KESK’in oluşumunda büyük bir birleşik güç rolü oynamıştır. Orkam-Sen ve Tarım Gıda-Sen 2001 yılında birleşerek Tarım Orkam-Sen oluştu ve 22 yıllık bir geçmişi var. Öncesi ile birlikte 31 yıl yapıyor.

Tarım Orkam-Sen’in birçok sekretaryası var ama bunlardan en önemlisi “kadın sekretaryası”dır. Bizde, yani KESK’e bağlı bütün sendikalarda, hiçbir sendikada olmayan, “kadın sekretaryaları” ve “kadın meclisleri” vardır. Yılda iki kere KESK Kadın Meclisleri yapılır ve bizler de kendi kadın meclislerimizi yaparız. Tarım Orkam-Sen hem kadına hem çocuğa, doğaya, hayvana bakış açısı diğer sendikalardan farklı olmakla beraber sendikasına üye olanın ırkına, siyasal düşüncesine, inancına, cinsiyetine bakmaksızın tüm emekçiler için mücadele eden, demokratik mücadeleyi savunan bir sendikadır.

KESK’e bağlı bir çok iş kolunda “eş başkanlık” vardır, bizim için eşit temsiliyet çok önemlidir. Hem KESK’de hem de aktif olarak SES (Sağlık Emekçileri Sendikası)’de eş başkanlık vardır. KESK’e bağlı diğer sendikalarda da kongre sürecine girildi ama şu anda Tarım Orkam-Sen’in ve Eğitim-Sen’in başkanı bir kadın.

Hamza ÖZKAN: Kamu emekçilerinin alım gücünün zayıflaması ile gelecek orta vadeli program nasıl etkilenir?

Serap BAYSAL: Kamu emekçilerinin alım gücünün zayıfladığı, açlık ve sefalete teslim oldukları bir gerçek. Ama iktidar, özellikle Mehmet Şimşek eliyle, Türkiye’deki enflasyona neden olan şeyin emekçilerin ücretleri olduğu algısını yaratıyor. Halbuki emekçiler çok uzun yıllardır AKP’nin sermaye odaklı politikaları nedeniyle açlık sınırı altında yaşıyor. Halkın ve emekçilerin alınteri, vergi afları ve adrese teslim ihaleler, uygun krediler eliyle sermayeye peşkeş çekiliyor. Konfederasyonumuza bağlı 5 sendikamız tarafından her ay “yoksulluk sınırı” ve “açlık sınırı” açıklanıyor. Açıklanan açlık sınırı 17.000TL, yoksulluk sınırı da 47.000TL’ye yaklaştı. Bütün kamu emekçileri olarak, maalesef yoksulluk sınırının altında, açlık sınırına da yakın bir ücretle yaşamaya çalışıyoruz. Bu nedenle bu tür çarpıtılan haberlere kimsenin itibar etmemesi gerekiyor ve bütün mecliste olan siyasi partileri kamu emekçilerinin haklarını korumaya davet ediyoruz. Son zamanlarda biliyorsunuz, ek MTV çıkarıldı; durmadan enerjiye, akaryakıta, tarımsal ilaçlara, hayatımızı devam ettireceğimiz her şeye, et-süt-yumurtaya zam geliyor. Bu ülkenin lokomotif gücü orta sınıftır, eğer siz orta sınıfı yok ederseniz bir döngüyü bozarsınız ve altından kalkamayacak yıkımlar meydana getirirsiniz. Son zamanlarda iktidarın ortaya attığı bir “Orta Vadeli Program (OVP)” var. Bu program sık sık tekrarlandığı gibi, üretim-büyüme-istihdam-yatırım hedefine ulaşma konusunda çok kötü bir karneye sahip. Geçtiğimiz haftalarda iktidardan şöyle bir açıklama geldi; hayat pahalılığının ekonomik değil de psikolojik olduğu yönünde. Aslında bu halkla biraz dalga geçmek gibi bir şey oluyor. Türkiye ekonomisinin önündeki 3 yıllık hedeflerinin yer aldığı OVP açıklaması emekçiler tarafından değil de iktidar ve sermaye çevreleri tarafından heyecanla karşılandı. Büyük bölümünün ekonominin somut gerçekleriyle uyuşmadığını, bozulan ekonomik göstergeleri düzeltmek için emekçilerin temel haklarını hedef aldığını, yoksulluk ve sefalet gibi bir program olduğunu çok iyi biliyoruz. Önümüzdeki yıllarda ise bu OVP dedikleri konuda hedeflerine ulaşmak bahanesiyle yüksek vergiler, ucuz emek politikaları, ücret ve maaş zamlarının baskılanması, sosyal harcamalar üzerinde kesintilere gidilmesi gibi adımlar atılacağını biliyoruz. Daha önce defalarca gündeme getirildiği gibi, milyonlarca emekçinin iş güvencesine, kıdem tazminatına ve kamusal emeklilik haklarına doğrudan el uzatan yeni bir saldırı programı ile karşı karşıyayız. Basit bir örnek verelim: Uzun yıllardır emeklilik hayali kuran bir emekçinin ikramiyesinin sadece %25’ini verip kalanlarını aylık taksitlere bölerek vermeyi planlıyorlar. Ama biz kamu emekçileri olarak zaten hayatımızı zor devam ettiriyoruz, yani açlık sınırına yakın yoksulluk sınırının altında bir ücret aldığımız için, bir ev, yatırım gibi planlarımız olamıyor. Genelde emekçiler emekli olunca üstüne koyar bir ev alırım hayali kuruyor. Artık bu OVP geldiği takdirde bu da elimizden alınmış olacak. O yüzden biz bütün siyasi partilere bu Orta Vadeli Program’ı düşünürken emekçinin hakkını düşünerek adım atmalarını öneriyoruz.

Hamza ÖZKAN: Sayın BAYSAL son zamanlarda, özellikle yaz aylarında orman talanları ve orman yangınları olmakta. Buna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Serap BAYSAL: Faşizmin gerçek yüzünün en yalın halini doğa politikalarında görüyoruz aslında. Bu alanda çok küçük gözlemler bile iktidarın kıblesinin para ve sermaye olduğunu gösteriyor. Kıblesi para ve sermaye olanın aklına ve vicdanına ağaç da, hayvan da, su varlıkları da gelmiyor. İktidar için herşey para kazanmak için vardır. Örneğin Akbelen’de açığa çıkan direniş bunu çıplak gözle gösteriyor. Bölgede çok eski teknolojide kurulan Yeniköy Kemerköy, Yatağan termik santrallerinin faaliyetlerinin durdurulması kararı, 1996 yılında Danıştay tarafından onaylanmasına rağmen uygulanmadı. Bu santraller ekonomik olarak topluma kazanç sağlamadıkları gibi termik santralleri işleten yandaş sermayeye para aktarılmak için projelere devam edildi. Akbelen Ormanı’ndan çıkarılacak linyit kömürü hem kalitesiz hem de 4-5 yılı karşılıyor; o zaman bu santralin 4 yıl daha hem toplumu hem de doğayı sömürmesine ne gerek var. Bölgenin su kaynaklarını bu santraller ya kullanıyor ya da kirletiyor, tehlike oldukça büyük. STK’ların ve hak savunucularının muazzam bir direnişi var orada. Sadece talan, orman ve su kaynaklarının tüketilmesi ve kirletilmesi ile de bitmiyor; uzmanların açıkladığına göre, Akbelen Ormanları’nda 200’den fazla bitki türü, 100’den fazla kuş türü, 30’dan fazla memeli türü yaşıyor; ormanın kesilmesinin sadece ağaçların değil bütün bir ekosistemin kaybına yol açacağını, yer altı ve yerüstü sularının kirleneceğini, iklim değişikliğine katkıda bulunacağını ve insan sağlığını tehdit edeceğini ifade ediyor. Akbelen Ormanı bölgedeki diğer ormanlık alanları birbirine bağlayan doğal bir koridor özelliği de taşıyor. Bu sayede biyolojik çeşitlilik ve habitat kalitesini de arttırıyor. Yani ülkemizde ya orman yangınları oluyor ya da sermayeye ormanlar peşkeş çekiliyor. Biliyorsunuz son dönemlerde orman yangınlarında ya ekolojik faktörler var ya da güvenlik sebebiyle çıkan yangınlar var. En son Cudi Dağı’nda çıkan orman yangınında yangının söndürülmesine müdahale edildi, köylülere de müdahale edildi güvenlik gerekçesiyle. Bunu şöyle de yorumlayabiliriz; Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlük ve sorunu şiddetle çözme politikasının devamı olarak ormanlar yakılıyor ya da görmezden geliniyor.

Hamza ÖZKAN: Cudi’yi örnek verdiniz. Karadeniz’de veya başka bir bölgede yangın çıktığında bütün çevreciler, ekolojistler, hak savunucuları sesini çıkarıyor. Neden Cudi’de olduğunda ses çıkmıyor sizce, doğa sevgisi bu mu?

Serap BAYSAL: Evet, biz de bunu çok söylüyoruz. Aslında yeterince dile getirilmiyor ulusal kanallarda. Yoksa doğa savunucularında Cudi’ye de gelen var, Karadeniz’e, Akdeniz’e de gelen var. Akbelen Ormanları’na desteği Cudi’deki arkadaşlar da verince orada bir pankart açılmıştı; “Akbelen’den Cudi’ye “ orman katliamları olmasın diye. Aslında bu tür şeyleri ortaklaştırarak gidebilirsek belki böyle böyle yeneceğiz bu faşizmi. Çünkü ormanı da siyasete alet ediyorlar.

Hamza ÖZKAN: Sonuçta beraber teneffüs ediyoruz bu havayı; toplum olarak, hatta dünya olarak. Doğanın bir ırkı, kimliği yok.

Serap BAYSAL: Kesinlikle. Doğayı kimlikleştiriyorlar. Doğanın kurtuluşunun yolu, savaş, işgal, rant gibi bir takım politikaların karşısında demokratik ve özgürlükçü bir mücadele; yani ekolojik bir mücadele birleşerek ancak büyütebiliriz. Yoksa ayrılarak hiçbir yere varamayız.

Hamza ÖZKAN: Teşekkür ederim. Gıda güvenliğine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Serap BAYSAL: Aslında ben iş hayatımda gıda laboratuvarında çalışıyordum. Arkadaşlarla en çok kullandığımız söz, “en büyük terör gıda terörüdür”. Çok fazla, baş edemeyeceğimiz kadar fazla katkı maddeleri kullanılıyor. “Gıda güvenliği” ve “gıda güvencesi” giye iki konuya ayırabiliriz. Gıda güvenliği kavramı insanların sağlıklı, zehirlenmeyeceği ve kaliteli gıdalara ulaşım kavramıdır. Gıda güvencesi ise insanların yeterli gıdaya ulaşma hakkı olarak kullanıyoruz. Ülkemizde hem gıda güvenliği hem de gıda güvencesi konusunda son yıllarda oldukça kötü bir durumdayız. Haberlere konu olan, çöplerden gıda temin etmeye çalışan bir annenin fotoğrafı vardı. Bu gerçekten bizim vicdanlarımızı çok yaraladı. Çünkü çocukların yeterli gıdaya ulaşamama sorunları daha ağır seyrediyor. İki gün önce bu fotoğrafı gördüm. Bu ekonomik çöküş, halkın açlık sınırında, yoksul olması, halkın çaresiz bırakılması; bir annenin çocuğunun açlıktan ölmesine seyirci kalamayıp çöpten çıkardığı bir ürünü çocuğuna vermesi... Bence hepimizin burada kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Emekli kesim açlık sınırında yaşıyor ve yeterince gıda alamıyorlar; mevcut hastalıkların üzerine birçok hastalık ekleniyor.

Maalesef bu tarım politikaları ve doğa tahribatına dayanan politikalar nedeniyle ülkede ciddi gıda güvenlik sorunu oluşuyor. Tarımda kullanılan tesislerde yeterli denetim yapılmadığı için, gıdalarda kullanılan hastalık yapıcı katkılar, hava ve su kirlenmesine neden olan madencilik faaliyetleri, kömür yakıtları, termik santrallerle, gıda besleyici olmaktan çıkmıştır. Örneğin, Avrupa’dan çöp ithal ederek Çukurova’ya çöp taşıyan bir iktidarımız var. Toprağa karışan ağır metaller, mikrop, plastikler konusunda toplumdan bilgi saklıyorlar. Çukurova’da ülkenin çoğunu besleyen gıda deposudur. Aynı durum Ergene’de altın şirketlerinin kirlettiği birçok alanda da geçerlidir.

Hamza ÖZKAN: Mevsimlik tarım işçilerinin sorunlarından bahseder misiniz? Özellikle kadın ve çocukların karşılaştıkları mobbingler de var. Mersin bunun bir örneği idi, basında da çıktı: Çavuş dedikleri kişilerin hem mobbing hem de şiddet uyguladıkları.

Serap BAYSAL: Mevsimlik gezici ve geçici işçilik alanında erkek egemenliğinin baskın olduğunu biliyoruz. Uzun zamandan beri aşılamayan kronikleşmiş bir sorun. Maalesef eril zihniyetin çok yoğun olduğu bir alan.

Mevsimlik tarım emekçisi kadınların ve çocukların ulaşım, beslenme, barınma, tuvalet, banyo, hijyenik ped ve temiz içme suyuna erişmede sorun yaşadıklarını biliyoruz. Sosyal sigortadan ve analık sigortasından mahrum bırakılmalarını ise büyük bir hak gasbı olarak görüyoruz. Bu çalışma biçiminin kadınlar açısından ne kadar zor olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. Ve alanlarda sendikalaşmanın ne kadar önemli olduğunu ve bu tür sorunların örgütlü bir mücadeleyle aşılabileceğini söylemek isterim.

Mevsimlik Tarım İşçilerinin yaşadıkları sorunlardan birinci sorun Göç yollarında başlayan ,tarlada ve barındıkları barakalarda da devam eden taciz ve tecavüzler başta olmak üzere, kadına yönelik şiddet de önemli sorunlar arasında yer alıyor.

Diğer sorunlardan biri ise; işçiler eğer Kürt ise, yöre halkı içinde Kürtlerle insani ilişki kurmayan, onları anlamaya çalışmayan bazı insanlar, bölgeye gelen emekçileri suçlu görerek onlara güvenmemekte, baskı uygulamakta, onları hor görmekteler. Çalışma bitiminde ise memleketlerine dönerken de ücretlerinin ödenmemesi gibi durumlarla sık sık karşılaştıklarını ve haklarını aradıklarında ise yine suçlu görüldüklerini biliyoruz.

Dört-sekiz ay arasında geçen bu geçici düzenden en çok kadın ve çocuklar etkileniyor. Çocuklar Mayıs’da okulu erken bırakıp gidiyorlar; Ekim ayı ortasında geldikleri için okulun başını kaçırıyorlar. Rüzgâra, yağmura karşı dayanıksız olan bu çadırların içinin tek odalı olmasından kaynaklı yemek ve yatma kısmının iç içe olması bir ciddi problem.

Tarımda mevsimlik gezici ve geçici çalışmayı “köleliğin modern versiyonu” olarak tanımlıyorum.

Hamza ÖZKAN: Ülkede ve dünyada kadınların mücadelesi, dünyada kadınların bir halka oluşturması, böyle bir başarı var; ve Türkiye’de de kadınlar kamuda, sivil toplumda, siyasette aktif rol oynadı. Bunun karşısında da eril şiddet her gün haberlerde, İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı, kamuda kadın niye çalışsın diyen ve benzeri anlayışlar var. Kadınların sorunları ve başarısı hakkında neler söylersiniz?

Serap BAYSAL: Dünyamızı savaş ve sömürü politikalarıyla cehenneme çeviren kapitalist sistemin Ortadoğu’daki garantörlüğünü yapan Türkiye, bir bütün olarak olağanüstü hâl rejimi şeklinde yönetilmeye başlanmıştır. Milliyetçiliği de yanına alarak radikal kesimlerle beraber kadına ve LGBTİ+’ lara karşı Cumhuriyet tarihinin en radikal muhafazakâr bloğunu oluşturmuşlardır. Emeğimize, yaşamlarımıza ve haklarımıza hiç olmadığı kadar saldırılarla karşı karşıyayız.

Kadının iş yaşamında olmasına sıcak bakmayan, kız çocuklarının okumasını bile istemeyen Taliban ve Işid zihniyetinin yaratmış olduğu yoksulluk, erkek şiddetine maruz kalan ve maruz kalmaya mecbur bırakılan kadın sayısını arttırmıştır.

Özellikle kayyumlar döneminde, kadın kurumlarının kapatılmasından sonra, taciz ve tecavüzlere dair veriler tutulamaz ve gerçek rakamlar bilinemez hale geldi.

Hamza ÖZKAN: Kadın kurumlarına erkek başkan atandı.

Serap BAYSAL: Evet, daire başkanlıklarına erkek atandı. İstanbul Sözleşmesi’nin bir gece kararnamesi ile feshedilmesine karşı verdiğimiz hukuki süreçler devam ederken, üstüne bir de 6284 sayılı kanunun kaldırılma çabası kadınlar açısından son derece vahim bir durumdur.

Kadınların yaşadığı şiddet, eril siyasi iktidar tarafından organize bir şekilde sahiplenilmekte, kadın mücadelesi veren kesimler de hedef haline getirilmektedir. Çünkü kadın mücadelesine yapılan bu müdahalelerle amaçlanan, kadınların politikleşmesinin önüne geçmektir. Bir örnek vermek istiyorum. Son toplu iş sözleşmesinde bir fotoğraf karesi vardı; bütün sendika temsilcileri erkekti, bir tek KESK Eş Genel Başkanı’mızı Şükran vardı, bizi temsil ediyordu. Bu tür şeylerin önüne geçmek istiyorlar. Kadınları hiçbir yerde görmek istemiyorlar.

Öte yandan, mevcut iktidar yaşamın her alanında çok daha fazla dezavantajlı olan kadınların hayatını daha da güçleştirmiş, emekçilerin en doğal hakkı olan kreş hakkının tanınmaması nedeniyle daha fazla sayıda kadının işgücünden uzaklaştırarak daha da dezavantajlı duruma gelmesine neden olmuştur.

Sistem kadınların örgütlü mücadelesini parçalamak üzerine politikalar üretmeye devam ederken, bizler de bu mücadeleyi, her zamankinden çok daha güçlü bir şekilde yürütmeye elbette devam edeceğiz.

Yakın zamanda İran’da JİN JİYAN AZADİ sloganıyla başlayan kadın başkaldırısı, toplumsal olarak bizleri bekleyen felaketleri ve ataerkil düzenin, erkek egemen kültürün, artık tarihin arka sayfalarına atılması gerektiğinin aciliyetini bizlere çarpıcı bir şekilde göstermiştir. İran örneği aynı zamanda, toplumsal değişim ve dönüşümde, kadınların sahip olduğu tarihsel rolün önemine de vurgu yapmış ve bizlere, bir kez daha “kadın varsa yaşam var; yaşam varsa kadın vardır” şiarını hatırlatmıştır.

Hamza ÖZKAN: Sayın BAYSAL, önümüzde yerel seçimler var. Kadın kurumları kapatıldı. Kadın kotasını uygulayan siyasi partilere bir çağrınız var mı, kadın boyutuyla ne yapılmalı?

Serap BAYSAL: Eşit temsiliyeti savunan bir parti var. Biz istiyoruz ki bütün siyasi partiler eşit temsiliyeti uygulasın. Bu hayat sadece erkeklerin yaşadığı bir hayat değil, biz kadınların da söyleyeceği sözleri olduğunu savunuyoruz. Kadınların olduğu her yer emin olun şiddetten, savaştan, açlık ve yoksulluktan uzak bir yerde duruyor, güzelleşiyor. Tüm partiler eş başkanlık, eşit temsiliyet, özellikle fermuar sistemini uygularlarsa daha etkin olacak, toplumda bir karşılığı olacağını düşünüyorum. Özellikle kadın daire başkanlıklarına da erkekleri atamamalarını rica ediyoruz. Çünkü biz bu alanda mücadelemizi sürdüreceğiz. Kadın cinayetlerine, taviz ve tecavüzlere karşı hep alanlarda olacağız. Bazı kurumlarda taciz ve tecavüz olayları oluyor ve gizlilik kararı getiriliyor özellikle çozuklara karşı; biz STK’lar, odalar, sendikalar olarak bunların her zaman takipçisi olacağız ama kadın eş başkanların, kadın daire başkanların, kadın başkanların, kadın meclislerinin olduğu her yerde biz daha çok sesimizi çıkarır bunları daha çok gündemleştirir, çocuklarımızı daha iyi koruyabiliriz.

Hamza ÖZKAN: Son olarak neler söylemek istersiniz?

Serap BAYSAL: Son olarak, önümüzdeki dönemde tüm kadın yoldaşlarımızı yaşamın her alanında kadın örgütlülüğünü, kadın dayanışmasını büyütmeye; ataerkili ve kapitalizmi yıkarak demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü politikalarla yeni yaşamı inşa etmek için KESK’in bütün sendikalarında ve Tarım Orkam-Sen’de örgütlenmeye çağırıyoruz!