HABER MERKEZİ- Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da düzenlenen prestijli Republic of Consciousness Prize Ödülü’nü çevirmenliğini Aron Aji ve Selin Gökçesu'nun yaptığı, Ebru Ojen'in 2023'te City Lights tarafından basılan 'Lojman' adlı eseri kazandı. 

Ödül açıklamasında şu ifadeler kullanıldı:

"City Lights Publishers, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'da düzenlenen Republic of Consciousness Prize Ödülü’nü kazandı. 

Bağımsız basının olağanüstü edebi değerlere sahip kurgulara olan bağlılığını kutlamak için tasarlanan Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'daki ikinci Republic of Consciousness Prize 2023 Ödülü'nü kazananını açıkladı: City Lights Publishers, Ebru Ojen'in Lojman adlı eseriyle. Aron Aji ve Selin Gökcesu tarafından çevrilmiştir."

Ebru Ojen'nin daha önce Gazete Duvar'a verdiği söyleşiler şöyle;

Whatsapp Image 2020 10 27 At 16 7 No D Cover.jpg

KİTAP

Ebru Ojen: Aile kavramı tüyler ürpertici bir kavram

Ebru Ojen'in yeni romanı 'Lojman', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. "Annelik yok edilmesi gereken bir yapıdır. Kutsallığın ise annelikle bir arada düşünülmesi dehşet verici bir durum" diyen Ojen ile 'Lojman'ı konuştuk.

DUVAR - 2014 yılında Edebi Şeyler etiketiyle yayımlanan ilk kitabı 'Aşı'dan sonra, 2017’de, yine Edebi Şeyler tarafından yayımlanan 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' adlı romanıyla dikkat çeken Ebru Ojen’in geçtiğimiz günlerde yeni bir romanı çıktı. Everest Yayınları’nın bastığı 'Lojman', bir dağ köyündeki öğretmen ailesinin hikâyesini konu ediniyor. Aile kavramının çok yönlü şekilde eleştirildiği, bununla birlikte ailenin etrafındaki güç mekanizmalarının ve iktidar yapılarının da bu eleştiriden nasibini aldığı 'Lojman' hakkında Ebru Ojen’le keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

'YAPILAR, DAVRANIŞLARIMIZI ETKİLİYOR'

Kitabın yazım süreciyle başlamak istiyorum. 'Lojman' nasıl bir derdin ürünü olarak ortaya çıktı? Kitabın yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz neler var?

'Lojman', benim beden ile ilgili bitmek bilmez derdim üzerine yazılmış bir romandır. Bedene ve onunla ilişkili her şeye takıntı seviyesinde ilgiliyim. Özellikle de iktidar-beden ilişkisine ciddi bir saplantım var. Zaten önceki iki romanım da aynı takıntı üzerine yazılmış romanlardır. Ama bu kitapta iktidarın vücut bulduğu mekânı, hikâyedeki kavramların orta yerine koyarak çalışmak istedim. İktidar-beden ilişkisi ilgi çekici olmaktan öte, zorla kavrayıcı, rahatsız edici bir ilişki. Çünkü lojmanlar ve türevleri, (iktidar ile ilişkili künt yapılar) bedenlerimizi tahrip ederek, bizleri kendi uzantıları haline getirirler. Bizler ise onların zihninden geçen ve insanın doğasına uygun olmayan organize bir şekilde tahrip edici fikirlerinin uygulayıcısı haline geliriz. Bu bağlamda bedenin yapı ile teması sonucu neredeyse metamorfoza uğraması kaçınılmazdır.

Bedendeki deformasyonlar üzerine aldığım notlarda görüyorum ki devlet dairelerinde, özel ofislerde vs. çalışan kişiler ile doğada yaşayan kişiler arasında farklar var. Bedenin dilinin okulda, evde, sokakta, hastanede, bankada ayrı olduğunu gözlemliyoruz. Nedeni nedir bu farkların? Yapılar, bedenimizin dilini, davranışlarımızı etkiliyor, değiştiriyor. Beden üzerine düşündüğüm zaman, bana her seferinde ona bunu yapanı, katilini tarif ediyor. Böylece ben de bir şahit olarak şahit olduklarımı yazma, anlatma sorumluluğu duyuyorum.

'Lojman'ın en etkileyici yanı, sanıyorum, aileyi geleneksel kalıplarının dışında tutarak, tavizsiz, kötücül bir gerçeklikle yeniden yaratmasında yatıyor. Özellikle Selma’nın bir birey, bir sevgili olma durumundan, bir anne olarak nesneleşme sürecine, eşi Metin’le neredeyse zorla hatırlanan sevgililik anlarına ve birbiri ardına doğan çocukların başlattığı hayal kırıklıklarına doğru ilerleyen bir yolculuk söz konusu… Sizce aile, kurumsallığı gereği, bu basamaklara mahkûm mudur, yoksa meseleyi coğrafya-kader ikilemi mi daha çok görünür kılar?

Bana göre aile kavramı tüyler ürpertici bir kavram. Aile-iktidar ilişkisinin bedenlerimizdeki göstergeleri de öyle. Tikler, kasılmalar, gevşemek bilmeyen kaslar ve deforme olmuş fasya. Bunun bir getirisi olarak erozyona uğramış zihin ve düşürülmüş ruh!

Lojman, Ebru Ojen, 200 syf., Everest Yayınları, 2020. 

Ailenin semiosisiyle bedenin herhangi bir noktasında karşılaşabilirsiniz. Beden size onun dilinin nasıl bir şey olduğunu tüm açıklığı ile gösterecektir. Bununla bağlantılı olarak şuna şahit oluruz; aile, kişiyi kurmak, uysallaştırmak, söz dinletmek üzerine örgütlenmiş en küçük iktidar hücresidir. Ve kendisini yapısal olarak devlete bağlılığı ile finanse eder. Akıllı bir makine gibi ekonomisini durmaksızın yükseltir. Bir süre sonra güç aldığı mekanizmadan arz-talep nakaratları üreterek arzu alanını biçimlendirir. Arzuya bir ekonomik değer atfederek kendisi ile yeniden bileştirir. O da insana ait her şey gibi finansal bir alan işgal etmelidir. Bir yanılsama kaynağı olmanın aksine arzu metalaşır, gönenir. Böylece finansal, dünyevi tecrübenin orta yerinde, satılabilecek, elle tutulur bir meta haline getirilmiş olur. Aile, kişiyi tekil halde bile kurumlaştırmak için elinden gelenin en iyisinin ötesinde çaba harcar. Bu sebeple aile bir bakıma kişiyi özüne ait nüvelerden uzaklaştırdığı için katil bir mekanizmadır. Romana dönecek olursak; aile, kurumsallığı gereği Selma’ya ve Metin’e yaptıklarının ötesinde romanın kendisine bile uzanır. Bir yazar olarak ailem bana, yazdıklarıma uzanmıştır. Romanlarıma, düşün dünyama ve totalde dünya ile ilişkili gayri maddi alanıma kadar.

Kurumsal bir aygıt olarak aile çökmeye mahkûmdur. Bu sebeple de romanımda bahsi geçen aile çöküşe uğrar. Çöküş, kişilerin aile olmaya karar verdikleri ilk andan itibaren başlar, çocuklarla birlikte bu devrilme hızlanır ve son noktada kaçınılmaz olarak yıkıma şahit oluruz. Coğrafya-kader ikilemi ise durumu tam anlamıyla görünür kılmaz aslında. Mekanizmanın yaptıklarının üzerini örtmek için en güçlü bahane olarak yine onun tarafından kullanılan işlevsel bir araç haline getirilir.

'ANNELİK YOK EDİLMESİ GEREKEN BİR YAPIDIR'

“Kutsal annelik”ten bahsetmek istiyorum. “Çocukları onun hırsızlarıydı. Onlar Selma’nın önce kalsiyum depolarını tüketmiş sonra ruhunun en dokunaklı kısımlarını çalarak kendilerine ait bir şeymiş gibi sergilemiş, bedenindeki izleri kendi bedenlerine iğnelemiş solucanlardan başka bir şey değillerdi. Biri ondan gülüşünü, biri çıkık elmacık kemiklerini, biri duygu dolu bakışlarını, biri becerikli ellerini, biri umut ışığını, biri gözlerinin şeklini, biri de şiire olan tutkusunu çaldı.” Selma’nın ruh haliyle günümüz muhafazakâr siyasetinde sürekli bir propaganda malzemesi haline getirilen “kutsal annelik” kavramına dair neler söylemek istersiniz?

Sadece günümüz için değil, bence geçmiş ve geleceği de kapsayan bir zaman aralığında annelik yok edilmesi gereken bir yapıdır. Kutsallığın ise annelikle bir arada düşünülmesi dehşet verici bir durum. Burada kurumlaşmanın kutsallığa da el attığına şahit oluyoruz. Annelik kutsal değildir. Çünkü yüce bir şey değildir. Oysa bu gerçeğe rağmen mekanizma anneliğin libidinal alanını kutsayıp onu kapatmış olur. Böylece biz de kutsanmış oluruz ve sakinleşiriz. Bu şizoanalitik alanı yaratan güç bizimle üst perdeden konuşmaya devam ederken annemizin cinsel aktivitesi sonucu var olduğumuzu bilmemizi istemeyecektir. Çünkü bu onun nazarında tehlikelidir. Bu vahşi tehlikeyi uzaklaştırmak için olağan tavrı bastırmayı devreye sokar. Kontrol edemeyeceği her şeyi kutsayarak bastırır. Annenin libidinal eteriğine söz geçiremeyeceğinden çaresizce onu kutsar. Anne, annelik prototipinin tekrarı olmakla birlikte yasaklı bir fallik imgeye de dönüştürülür. Din ile iş birliği içindeki mekanizmalarda bu türden dönüşüme daha çok şahit oluruz ve baskıyı çok daha etkili hissederiz. Dinler, kutsalı radikalleştirerek varoluş düzleminde duyularımıza sunar. Toplumsal organizma duyularımıza sunulanı kendi yorumu dahilinde kolektif olarak paylaşır ve sonuçta annelik ya da başka bir statünün kutsallığı yerini sağlama almış olur.

Günümüz muhafazakâr siyasetinin annelik-kutsallık ilişkisini bu denli acemice kullanıyor olması ise gülünç olmanın dışında tehlikelidir de. Toplumsal organizma giderek çürümeye mahkûm bırakılırken tek tek kişileri şeffaf bir jölenin içine yerleştirir. Şu anda toplumumuzda her birimizin gözler önüne serilen son durumu budur.

'Lojman'daki en büyük boşluğu Selma’nın eşi Metin’in bir tartışma sonrasında, kara kışa aldırmadan çekip gitmesi oluşturuyor. Bu boşluk önce köye, sonra aileye, sonra çocuklara ve Selma’ya yerleşiyor, bir türlü de geçmiyor. Metin’in yokluğu ailedeki bütün kötücüllüğü ortaya seriyor sanki. Sadece bahsettiğimiz “kutsal annelik” değil, “hayırlı evlat” meselesi de darbe almaya başlıyor. Çocuklar annelerinden, birbirlerinden, yeni doğan kardeşlerinden dahi nefret ediyorlar. Bu minvalde nefret-sevgi denklemini nasıl açıklamak gerekir?

Mezopotamya Kitap Fuarı’nı 500 bin kişi ziyaret etti Mezopotamya Kitap Fuarı’nı 500 bin kişi ziyaret etti

Romanda çocukların anneye, özellikle de Görkem karakterinin Selma’nın bilinçli ilgisizliğine karşılık sevgi-nefret denklemine şahit olmayız aslında. Biz daha çok tutku-nefret ilişkisini görürüz. Görkem, Selma’nın sevgisine değil ilgisine tutkuludur ve tutkusuna hiçbir noktada karşılık alamadığı gerçeğiyle baş edebilmek için ikonuna nefret duyarak avunur. Babaya karşı erotize edilmiş sevgi, annede erotize edilmiş nefrete dönüşür ve tiksinme ile taçlanır. Biyolojik ve ruhsal bir zorunluluk olarak ilgi ihtiyacı, tatmin edilmediğinden Görkem’i bir tacizci haline getirir. Bu yüzden Görkem sıradan bir çocuktan beklenmeyecek yüksek, tekinsiz davranışlarda bulunmaya meyleder. Bu vahşi ve olağan dışı davranışlar çocuğun gücünü koflaştırarak Selma’nın onu daha çok görmezden gelmesine sebep olur. Çocuk-anne ilişkisi sevgi-nefret üzerinden geliştiğinde, Görkem ve Selma’nın arasında olup bitenden çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Bir bakıma romandaki anne-çocuk ilişkisi gözler önüne gerçek hayattaki gizli ilişkilerden daha sağlıklı bir yapı serer. Gündelik gerçeklikte çekirdek ailedeki makûs patalojik irtibata sebep, kurumsal kimliği koruma ısrarıyla beraber daha yüksek bir kurumsallığın künt yapısında yaşamakta ayak diremektir. Kendi durumumuza bir bakalım. Bütünüyle dengede kişilikler olduğumuz iddiasında bulunacak kadar saf mıyız?

'DAO’YU TANIMLADIĞINIZDA O ARTIK DAO DEĞİLDİR'

Romanda daimi bir mahkûmiyet durumu söz konusu. Bebek anne karnında, çocuklar annede, anne ailede, aile evde, ev köyde, köy doğada, doğa bayrakta bir mahkûmiyet yaşıyor. Bu yanıyla hayatın hem günlük pratikte hem de varoluşsal anlamda koca bir cezaevi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hayat benim için varoluşsal eziyetinin yanında bir türlü uyanamadığım, uyanmaya her yeltendiğimde ağzıma başka bir hap tıkılarak kendisine mahkûm bırakıldığım ve tam manasıyla kötü diye de nitelendiremeyeceğim bir deneyim. Hapishane diyebilir miyim buna? Bilmiyorum. Ama çok yakın bir örnek olsa da hapishane benzetmesi bizlerin en azından benim durumumu karşılamaktan ziyade tanımsız bir alanın boşa harcanmış tanımlama çabasından da öteye gitmiyor. Bu bana Çinli Daoisterin Dao için söylediklerini anımsatıyor. “Dao’yu tanımladığınızda o artık Dao değildir.” Bu cümlenin bizde yarattığı his, temelde pozitif bir histir. Cümleyi şu anda yaşadığımız hayatı anlatmak için devşirirsek anlamı negatifleştirmiş olmakla kalmaz, içinde bulunduğumuz saçmalığın da ne kadar tanımlarsak tanımlayalım tanımlar üstü bir saçmalık olduğunu görmüş oluruz.

'KURUMLAŞMA İNSANI KURULU BİR MAKİNEYE DÖNÜŞTÜRECEKTİR'

Bayrak meselesine gelirsek… Bir dağ köyüne sürgün edilmiş bir öğretmen ailesinin hikâyesini okuduğumuz 'Lojman'da bayrağın çok önemli bir gösterge olduğu aşikâr. Korkunç bir kışın ortasında, kar fırtınasından insanların dışarı çıkmaya çekindiği bir dağ köyünde, üstelik okula gitmenin bile mümkün olmadığı bir kıyamette bile bayrak her pazartesi direğe çekilip her cuma toplanıyor. Fırtınadan direğe dolanıp kaskatı kesildiği anlarda da derhal müdahale ediliyor. Devlet ve aile ne kadar da birbirine benziyor.

Bu duruma en iyi örnek enstitüleşme/kurumlaşma kelimesidir. Başka bir röportajda bahsetmiştim. İnsanların içinde bulundukları yapıların fiziki ve idari kurallarına zamanla intibak ederek onun aynısı olması yahut ondan kopamama durumu.
Romanın karakterlerinden biri olan Yasin’in bayrakla ilişkisi onun kurumlaştığının kanıtıdır.

Zaten uçsuz bucaksız doğa manzarasının orta yerine planlı bir şekilde konuşlandırılmış lojmanın ereği de budur. Etrafındaki her şeyi kuruma ait kılmak. Görevlendirmek. Yasin, kuruma ait bir görevli olarak bayrakla olan ilişkisinden güç alıp Selma ve çocuklarına müdahale etme cesaretinde bulunuyor. Kurumlaşma, bize başkasının hayatına parmak sokma cesareti verebilir. Bu bağlamda kurumlaşma insanın meziyetlerini köreltecek onu dezorganize doğallığından söküp alarak organize, kurulu bir makineye dönüştürecektir.

Bazı bakımlardan aile ve devlet birbirine benzer, bu benzeşme kökensel olduğundan ona temas edene karşı daha tahrip edici, inciticidir. Ailenin olmadığı bir devlet başkaları tarafından daha yeğlenir bulunabilir ama bana sorarsanız iki yapı da lüzumsuz birer iddiadan öteye geçmiyor. Peki elimizde ikisi de varsa ve yok etmek şimdilik mümkün görünmüyorsa ne yapmalı?

Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?

Sanatın başka bir alanında var.


Whatsapp Image 2021 02 09 At 15 C J Gv Cover.jpg

Kutsallaştırılan annelikten yitirilen benliğe: Lojman

Ebru Ojen'in yeni romanı 'Lojman', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. 'Lojman', kendi kaderlerine terk edilmiş dört insanı yutarken aklımızda birçok soru dönüyor. Doğanın izole ettiği, karlarla kaplı o lojman onları yutmasa, erkek egemen düzen Selma’yı anne olmaya zorlanmasa, yenidoğan bir bebek ve iki çocukla bir başına kalmasa, Metin hiç gitmemiş olsa, Görkem arzu ettiği şefkati, sevgiyi hissedebilse... Başa dönüyorum tekrar, annelik dayatılmış olmasa!

'Aşı' ve 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' romanlarında, iktidarın beden üzerinden yürüttüğü politikaları ele alan Ebru Ojen, son romanı 'Lojman'da bu kez kutsallaştırılan anneliğin reddi ile karşımızda. Ojen, anneliği bir türlü kendi için anlamlandıramamış, hem bedensel hem de ruhsal olarak “annelik” mefhumunun ağırlığında ezilen Selma’nın tükenişini yine iktidara ait bir alan içinden, “lojman”dan aktarıyor.

Bugün iktidarın sıklıkla başvurduğu; milli değerler, aile, gelenek, din gibi söylemlerin odağında, kadın bedeni ve onun toplumsal alandaki imajının yattığını görüyoruz. Özellikle anneliğin toplumun sürekliliği ve milli değerlerin devamlılığı konusunda simgeleştirilmesi, kadının tek ve en önemli rolünün annelik olarak empoze edilmesi tehlikeli bir sürece işaret etmekte. İktidarın kadın üzerindeki tahakkümünü arttırmak için “kutsal annelik” kavramını sık sık öne sürmesi, bunun bir tercih olduğunu reddeden, kadını anne ve anne olmayan olarak kategorize eden söylem de yine iktidar kaynaklı.

Patriyarkal düzen, anneliğin içgüdüsel olduğu ve er ya da geç tüm kadınlar için zorunlu olduğu savına yaslanır. Anneliği istemeyen kadın ya henüz hazır değildir ya da bencil bahanelerle bundan kaçma yolunu tercih etmiştir. Bu söylemin odağında üremenin politik olduğu gerçeği yatar, çünkü “Modern devletin ulus-devlet formunda yaşaması, anneliğe yüklenen anlamları da görevleriyle birlikte arttırmıştır. Modern ulus-devlet makbul vatandaşlar yaratma sürecinde anneleri de aktif göreve çağırmış, hatta kadınlar için vatanseverliği “iyi annelik”le eş tutmuştur.”(1) Bu sebep çoğunlukla; soyun devam etmesi, sevgi ve aile gibi kavramlarla desteklenirken bazen de 'Lojman'ın ana karakteri Selma'da gözlendiği gibi normalliğin kabulü için mecburidir. Selma ne aile olmak ne de çocuk yapmak gibi bir ülkü taşımazken, Metin'i mutlu etmenin ve onunla birlikte olabilmenin koşulu olan anneliğe itilir. İtilir, çünkü çocuk doğurmanın Selma’daki tek karşılığı mecburiyettir. İçgüdüsel olarak anneliğe ait bir duygu hissetmez ya da davranış geliştirmez. Anne olmak, Selma’nın verdiği bilinçli bir karar değildir. Bununla birlikte çocuklarıyla ve annelik kavramıyla kuramadığı özdeşlik, çocukların öz bakım, sevgi, şefkat, beslenme ve korunma gibi ihtiyaçlarına beklenen cevabı verememesine sebep olur. Anneliğin reddi sadece bedensel tepkilerle değil, duygusal ve ruhsal olarak da varlık gösterir. Selma'nın yeni doğan bebeğine aylarca isim koymaması, emzirmenin içinde yarattığı tiksinti ve çocuklarına duyduğu nefretin ağırlaşarak artması postpartum psikozunun izlerini taşır. Bebek sahibi olmakla ilişkili kimyasal, sosyal ve psikolojik değişikliklerle bağlantılı bir psikoz olan postpartum psikozu, halk arasında lohusa sendromu olarak bilinen depresyondan farklı olarak sanrılar ve psikotik özelliklerle birlikte bebeğe ya da kendine zarar verme ile sonuçlanabilir.

Lojman, Ebru Ojen, 200 syf., Everest Yayınları, 2020.

Selma doğuran, Metin ise bakan, doyuran, çocuklarla kurulan tüm bağların kaynağı olarak resmedilir. Metin, evi terk ettikten sonra çocuklarla bu bağı kuramayan Selma, onu neredeyse hiçlik noktasına getiren psikozun etkisine girmiştir. "Bedeni ait olmadığı, anlamlandıramadığı bir şeyin içine sıkışıp kalmıştı." Selma’nın uykuda geçen günlerine, kaygı ve bedensel tükeniş eşlik ederken bazen de bedeninden taşan bir enerjinin sarmalında şarkılar söyleyip dans etmesi yaşadığı psikozun yansımaları olarak yorumlanabilir. Bu zıtlık, çocuklar ve Selma arasında keskin bir ayrışmayı da beraberinde getirir. Çocuklar annelerindeki ani duygu değişimlerine ayak uydurmakta güçlük çeker. Her biri kendi kabuğuna çekilir, kendi dünyalarını yaratır.

Annenin bedeninden, ruhundan eksilen her parçanın müsebbibi olarak çocuklarını suçlaması aynı zamanda öfkesinin, mecburi anneliğine olan hıncının dışavurumudur. "Bu dışkılayan bedenlerin benden çıktığına inandıran şey neyse çıksın ortaya! Gerçeği söylesin. Ömürlük bir mahkûm olduğumu itiraf etsin... Çocukları uğruna yalan söyleyebilecek annelik zırvalığından nefret ediyorum."(2) Selma normdan sapmış, toplum ve devlet nezdinde sürdürülen anneliğin içgüdüsel olduğu mitinin yıkıcı bir parçası konumundadır artık. Annelik yüzünden, aşktan, arzudan, bedeninin ondan istediklerinden mahrum bırakılmış hisseder. "Badinter'e göre annelik zaten "aşk"la pek uyumlu gözükmemektedir; "aileyi aile yapan şey" olduğu düşünülen Bebek, aslında "anne" ve "baba" olmak dışında birer "sevgili" olan çiftin arasındaki aşk ilişkisini dinamitleyebilir. Toplum nazarında da annenin kadınlığı, daima anneliğinden sonra gelir. Tüm bunlar, kadının "annelik" dışında vasfı yokmuş gibi hissetmesine neden olabilir. Badinter'e göre bu çelişkilerin en acısı, bireyin kendi içinde annelik ve kadınlık arasında yaşadığı bocalamadır. Toplum, ona daima önceliğin bebeğinde olduğunu söyler; oysa o da etten kemikten bir insan olarak kişisel arzulara ve tutkuya sahiptir, dolayısıyla egosu ile fedakârlık hissi arasında da bir ikinci çarpışma yaşanacaktır."(3) "Yine de Selma'nın sıradan bir kadın olmaya çabalaması boşunaydı. Evliliğe bir türlü alışamamış, anneliğiyse hiç ısınamamıştı. Selma içinden geldiği gibi, gerçek hisleriyle dokunuyordu çocuklarına. Daha fazlasını, ondan bekleneni yapamazdı. Sevmek, şefkat duymak ona göre, uydurulmuş, insanları karanlık bir cehalete sürükleyen, korkunç zincirlere bağlayan kelimeler, duygulardı." (4) Ojen, Selma üzerinden, anneliğin içgüdüsel olmadığını, kadının hamile kaldığı ilk andan itibaren çocuğuyla bir bağ kuramayabileceğini ve bazen bu bağın doğum sonrası yıllarda bile gerçekleşmediğini gösterir. Selma’nın, erkek baskısı ve ikna yoluyla girdiği annelik rolü iktidar dayatmalı bir zorunluluktur. Bu zorunluluk kadın ve çocuklarının yıkımı ile sonuçlanmış, toplumun “normal” görülmeyen sorunlu parçası kendini imhasını gerçekleştirmiştir.

Bu bağlamda konuşulması gereken diğer mesele; anneliği kabul etmeyen annenin ve evi terk eden babanın eksikliğinde çocukların yaşadıkları ve bu boşluğu ne ile doldurdukları konusudur. Yenidoğan bebek kadar Görkem ve Murat’ın da annelerinden ihtiyaç duydukları sevgiyi ve ilgiyi görememeleri iç dünyalarındaki çatışmayı körüklemiştir. Bu durum Murat’ta içe kapanma, daha az konuşma ve yenidoğan bebek ile bir özdeşlik kurmasına, kendi haline terk edilmiş bebeğin bakımını üstlenerek ev içinde yeni bir konum almasına sebep olurken Görkem’de ödipal çatışmayı derinleştirir. Annesinden nefret eden, yaşamındaki tüm sorunların kaynağına Selma’yı yerleştiren Görkem’in iç dünyası hayli karmaşıktır. “Hep ilgisiz, hep kararsız, anneliğiyle savaşan bir alçak olmak dışında ne işe yaramıştı? Keşke ölseydi.” (5)

Jung, anne ve kız arasındaki çatışmayı tanımladığı Elektra Kompleksi'nde, kız çocuğun annesini rakip kabul edişinde, babaya duyulan cinsel arzuyu temel alır. Buradaki arzu ve anneyi rakip görme, güç olarak algılanan penise sahip olma isteğinin dışavurumudur. Kız çocuğu, kendisinin penis sahibi olmaması nedeniyle aşağılık duygusuna kapılır ve bu nedenle annesini suçlar. Giderek bu suçlama nefrete ve düşmanlığa dönüşür. “Dünyada hiçbir şey Görkem’i bu kadar yaralayamazdı. Metin’in aşk dolu bakışlarından zerre kadar nasiplenememek, haz veren sevgi dokunuşlarının kızına yöneldiğinde tereddütle gölgelenmesi, okşayıcı sözleri onun değil Selma’nın hak etmesi ağırına gidiyordu.” (6) Metin’in gidişi Görkem için sadece baba figürüne ait bir kaybı temsil etmez. Aynı zamanda arzu ettiği tüm duyguların da kaybıdır.

Göl kenarında bulduğu ördeği eve götürerek Selma’ya annelik dersi vermeyi düşünmesi, dişiliğin aşırı derecede gelişmiş olmasına, özellikle annelik rolünü içselleştirdiği anlamına gelir. Jung, Eros’un tepkisel gelişimi hakkında “... bu babayla bilinçdışı bir ensest ilişkisine yol açar. Aşırı gelişmiş Eros, diğer insanların kişiliğinin anormal derecede önemsenmesine neden olur. Annenin kıskanılması ve ondan üstün olma isteği, genellikle felaketle sonuçlanan sonraki girişimlerin leitmotifidir"(7) der. Burada belirleyici olan duygusal ve fiziksel ihtiyaçların doyurulmamasıdır. Baba hem Selma hem de çocuklar için bağlayıcı ve aynı zamanda eksikliklerin bastırması noktasında gerekli bir bileşenken artık yoktur. Doğaya, hayvana, kitaba, şiire tutkun olan Selma’nın söz konusu kendi çocukları olduğunda takındığı kayıtsızlık, çocukların, özellikle de Görkem’in yaşadığı kaybın yerine herhangi bir olumlu duygu koyamamasına ve duygusal kırılmalara sebep olur. Sevilmeyen bir çocuk olarak ne yazık ki sevmeyi de bilemez. “Kontrol edemediği bir sevgi patlamasıyla ördeği gövdesinden tutup kucağına almak istedi. Tek başına kalmış bu güzel yaratığı eve götürüp annelik edebilirdi. Böylece Selma’da anneliğin nasıl bir şey olduğunu görmüş olurdu. Ördeği bütün kalbiyle sevecek, besleyecek ve tüm zamanını ona ayıracaktı.”(8) Görkem’in annelik etmek istediği ördeği yaralayıp, sakatlaması, sevgi ve sahip olma arzularının bir kez daha söndürülmesiyle bağlantılıdır. Selma önce Metin’i sonra da ördeğini ele geçirmiş, onun olanı, hakkı olan sevgiyi ve şefkati elinden alarak onu çaresiz bırakmıştır. Ama burada asıl fark edilmesi gereken, Görkem’in nefret ettiği annesine dönüştüğü gerçeğidir.

'Lojman', kendi kaderlerine terk edilmiş dört insanı yutarken aklımızda birçok soru dönüyor. Doğanın izole ettiği, karlarla kaplı o lojman onları yutmasa, erkek egemen düzen Selma’yı anne olmaya zorlanmasa, yenidoğan bir bebek ve iki çocukla bir başına kalmasa, Metin hiç gitmemiş olsa, Görkem arzu ettiği şefkati, sevgiyi hissedebilse... Başa dönüyorum tekrar, annelik dayatılmış olmasa!

Dipnotlar

  1. Sevi Bayraktar, Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar Sf:24-25
  2. Ebru Ojen, Lojman
  3. Kadınlık, annelik, gönüllü çocuksuzluk: Elisabeth Badinter’den Kadınlık mı Annelik mi?, Tina Miller’dan Annelik duygusu: Mitler ve Deneyimler ve Corinne Maier’den No Kid üzerinden karşılaştrmalı okuma çalışması, Feminist Eleştiri Cilt 7,sayı 2
  4. Ebru Ojen, Lojman
  5. Ebru Ojen, Lojman
  6. Ebru Ojen, Lojman
  7. Carl Gustav Jung, Dört Arketip
  8. Ebru Ojen, Lojman
Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/kurt-tarihinden-yeni-sayi-sovyet-kurtleri-haber-1677807