“Yeni sömürgecilik ve savaş çok yönlü ve çok katmanlı biçimde kadınların hayatını altüst etmeye devam ediyor. Çünkü yeni savaşların, şiddetin ve sömürgeciliğin itici gücü olan yeni sermaye birikim süreçleri kadınlara yönelik şiddeti birçok yolla kışkırtıyor.”

JINNEWS- Derya Aydın

Küresel çapta etkili biçimde ve kesintisiz şekilde sürse de uzun zamandır ne savaşlar ne sömürgecilik ve ne de sömürü modern dönemde ortaya çıkan tarzda gerçekleşmektedir. Savaşlar artık iki büyük savaşta karşımızda çıktığı gibi gerçekleşmiyor. Sömürgecilik alışık olduğumuz tarzda kolonileşme yoluyla gerçekleşmiyor. Sömürü de benzer şekilde artık Marksizm’in tanımladığı gibi yalnızca büyük fabrikalarda işçi sınıfının maruz kaldığı bir süreç değil.

Savaşın seyri ve sonuçları iç siyaseti de etkiliyor

İlk olarak modern döneme ait küresel ölçekli savaşların süreklilik arz eden yönleriyle beraber pek de tanıdık olmadığımız yeni biçimleriyle karşı karşıyayız. Kullanılan silahlardan/teknolojiden, çatışmaların nüfuz ettiği alanlara ve sahada yer alan “savaşçılardan” bu savaşların lokal ve global aktörlerine kadar yeni dönem savaşlar birçok açıdan daha önce deneyimlenenlerden oldukça farklı. Her ne kadar belli sayılarda devlet ordularına mensup askerler savaş sahasında konumlansa da bunların sayısı oldukça sınırlıdır. Ayrıca bu güçler çoğunlukla çatışmalara doğrudan dahil olmuyorlar. Savaş aktörleri yerine sahaya gönderilen grupların savaş sahasında olduğu bu savaşlar bu nedenle “Vekalet Savaşları” olarak da isimlendirilmektedir. Bu yeni dönem savaşlarını “3. Dünya Savaşı” şeklinde adlandıran tartışmalar da mevcut. Bu savaşların büyük çoğunluğu batının uzağında gerçekleşse de savaşın etkileri sadece yaşandığı bölgelerde sınırlı kalmamakta, farklı biçimlerde batının birçok merkezinde hissedilmektedir. Üstelik bu etkiler batıda sadece savaşın yol açtığı göçmen krizi dolasıyla da hissedilmiyor. Yeni dönem savaşlara ilişkin ülkelerin pozisyonları söz konusu ülkelerin dış politikasına dair gibi görünse de savaşın seyri ve sonuçları iç siyaseti de doğrudan etkileyebilmektedir. Nitekim, Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde süregiden savaşlarda gördüğümüz gibi Amerika, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi büyük güçlerin bu savaşlar üzerinde kapıştığını ve bu sürecin bu ülkelerde sadece dış siyaseti değil; iç siyasetini de doğrudan etkilediğine tanık oluyoruz. Nitekim 9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye’nin Rojava işgali sonrasında ABD’nin işgaldeki rolü sebebiyle Trump iktidarı iç siyasette eleştirilerin hedefi haline gelmişti.

Başlangıcı ve sonu belli olmayan savaşlar…

Savaştaki değişiklik bunlarla sınırlı değil, yeni dönem savaşların ortasında kalan sivillerin bu savaşlarla olan bağında da kayda değer bir değişiklik söz konusu. Bugün sokaklarda ve sivillerin evlerinde patlak veren çatışmaların sayısı günden güne artıyor. Siviller kimi zaman diğer tarafa karşı canlı kalkan olarak kullanılıyor. Benzer şekilde silahlı çatışma sonucu öldürülen sivillerin oranı büyük bir tırmanışa geçti. Bir diğer değişiklik ise vekalet savaşlarında katılan “savaşçı” lar. Bunların büyük çoğunluğu ırkçılıktan ve dini aşırılıktan beslenmektedir. Bu duygulanım süreçleriyle bağlantılı olarak büyük bir hınç ve nefretle mobilize olan bu “savaşçı”ların büyük çoğunluğu “gönüllü”. Yani iki dünya savaşına katılan milyonlarca asker gibi savaşa zorla dahil edilmiyorlar. Bu orduların büyük çoğunluğunu savaşın gerçekleştiği ülkeden kişiler oluştursa da Suriye örneğinde gördüğümüz gibi yükselen sağın kışkırttığı ırkçılık, muhafazakarlık ve şiddetten nasibini almış çoğunlukla batıda göçmen olan gençler de bu savaşa taşınan önemli katılımcılar. Sözgelişi, cihat adı altında vekalet savaşlarına katılanlar arasında ırkçılığın tırmanışa geçtiği birçok batı ülkesinde ayrımcı ve dışlayıcı politikaya maruz kalan Müslüman göçmen gençlerin sayısı azımsanmayacak düzeyde. (Besnlama, 2016) Son olarak, savaşlar artık belli bir tarihte başlayıp bilinen bir tarihte bitmiyor. Ne zaman başladığı ve ne zaman bittiği net olmayan bu savaşların benzer şekilde hangi somut nedenlerin savaşı başlattığı da yeterince açık değil. Bu müphemliğin sömürgeciliğin form değiştirmesiyle ilgisi var. 

Yeni dönem savaşlarının merkezi 

Şiddetin ve savaşın yeni biçimi, kapitalist birikimin yeni formlarıyla ilintilidir. Yani bu süreç sömürgecilikle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm, doğal kaynakları sömürmek için uzun zamandır uzak coğrafyalara gidip buralarda koloniler oluşturmasına gerek yok. Küreselleşmenin hüküm sürdüğü bir çağda ne kaynakları sömürmek ne de daha fazla kar elde etmek amacıyla tüketimi kışkırtmak için buna ihtiyaç var. Kapitalizm bugün çok daha ucuz ve pratik yöntemleri yürürlüğe koymuş durumda. Topraktan mülksüzleştirme, topluluk ilişkilerini yok etme, savaşlar aracılığıyla kitleleri yerinden ederek yersiz ve yurtsuzlaştırma yoluyla sisteme bağımlı hale getirme, kitleleri ucuz iş gücü haline getirerek emek güçlerini daha yoğun biçimde sömürme, her koşul altında daha fazla tüketime teşvik etme bu pratik yöntemlerinden bazılarıdır. Sonuç olarak bu süreç sadece küresel ekonomide yaşanan dönüşümü etkilemiyor; aynı zamanda küresel ve finansallaşmış neoliberalizm aracılığıyla sömürgeciliğin dönüşüm geçirmesine de yol açıyor. Yani kapitalizmin uzun zamandır içerisinde olduğu “doğal zenginliği ve insan emeği üzerinde sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme sürecin”in (Federici, 2019. 70) zirvesini yaşıyor.  Bu nedenle bugün farklı birer sömürge örneği olarak kapitalizmin neoliberal politikalarının nüfuzu altında can çekişen Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde eş zamanlı olarak toplumsal krizlerin derinleşmesi ve yeni dönem savaşların merkezlerinin yine aynı yerler olması şaşırtıcı değildir. 

Sömürgecilik, savaş ve şiddet kol kola yürüyor

Yürürlüğe koyduğu araçlar ve yöntemler farklılaşsa da kapitalizm kendi iktidarını pekiştirmek için dünyayı ters yüz etmede hep kararlı oldu. Federici kapitalizmin iktidarını pekiştirmek için “insanların yeninden üretim araçlarına saldırarak ve sürekli bir savaş rejimi tesis ederek yaptığını” ileri sürer. Nitekim kapitalizmin iktidarını pekiştirmede kullandığı araç bugün “dünyanın doğal zenginliği ve insan emeği üzerinden sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme süreci” olan küreselleşmedir. Bu nedenle süreklileşmiş savaş rejimi ve sömürgecilik bir arada sürmektedir. Yine bu nedenle dünyanın doğal kaynaklar açısından daha zengin ve ticari girişimler bakımından tercih edilen bölgelerinde sömürgecilik, savaş ve şiddet kol kola yürümektedir. Aynı bölgelerde aynı zamanda toprakların gasp edilmesi ve özelleştirme sürecinin de eş zamanlı sürmesi benzer şekilde şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Sahra Altı Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da insanların yaşadığı topraklardan koparılarak göçe zorlanması, petrol ve maden şirketlerinin operasyonları için köylerin boşaltılması ve insanların tarımdan koparılarak mülksüzleştirilmesi yalnızca küresel ekonomi politikalarını şekillendirmiyor; bu süreçler aynı zamanda kapitalist şirketler aracılığıyla kaynakların sömürülmesine ve yeni sömürgecilik koşullarını yaratılmasına yol açıyor. 

Yeni egemenlik kavrayışları 

Öte taraftan, inceltilmiş ve form değiştirmiş şiddet biçimleriyle toplumun denetim altında tutulması yeni bir politika değil elbet; ancak iktidarların yeni dönem savaşlarda ve yeniden sömürgeleştirme süreçlerinde bio-politika ve nekro-politika aracılığıyla yaşama ve ölüme dair tesis ettiği politikaların bir arada kullanması ve eş zamanlı olarak yürürlüğe koyması çok da eski bir deneyim değil. Devletlerin özneleri ve toplumları denetlemedeki rolüne odaklanarak özellikle savaşların ve çatışmaların yoğun yaşandığı bölgelere bakıldığında iktidarın sınırları ve niteliğiyle bağlantılı olarak değişen bu yeni egemenlik kavrayışlarını görmek mümkün.

Öldürmek ya da yaşamasına izin vermek 

Archille Mbembe, egemenliğin yeni biçimlerini anlamak için insanları, yaşaması gerekenler ile ölmesi gerekenler biçiminde ayırmak suretiyle işleyen bir iktidar olarak belirleyen Michael Foucault’nun biyo-iktidar kavramı üzerinden nekro-iktidar ve nekro-politika kavramlarına başvurur. Nekro-politika’yı “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması” şeklinde tanımlayan Mbembe, bu politikanın “çağdaş biçimlerinin direniş, kurban/feda ve terör arasındaki ilişkileri köklü bir biçimde” bu yeni kavramlarla yeniden düşünmeyi önerir. Mbembe, bugün egemenliğin nihai dışavurumunun, büyük oranda, kimin yaşayabilir olduğunu ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü ve yetisine dayandığını ileri sürer. Mbembe’ye göre “öldürmek ya da yaşamasına izin vermek, egemenliğin sınırlarını ve temel niteliklerini oluşturur. Egemenlik uygulaması, ölümlülük üzerindeki bir denetim uygulaması ve hayatın da iktidarın yayılım alanı ve dışlaması olarak tanımlanmasıdır.” Sonuç olarak, bugün hem bio-politika hem de nekro-politika mevcut ırkçı otoriter iktidarların egemenliğini pekiştirmede ve kalıcılaştırmada eş zamanlı olarak yürürlüğe koydukları temel politikalardır. Egemenliğin yeni kavrayışları şeklinde bio-politika ile nekro-politikanın yaygın biçimde mevcut iktidarlar tarafından kadınların bedenlerine ve yaşamlarına dönük nasıl eş zamanlı olarak hayata geçirildiğini Arjantin’den Kürdistan’a kadar dünyanın farklı sahnelerinde görmekteyiz. 

Şiddet daha yaygın ve daha çıplak hale geldi

Savaş ve sömürü ekseninde dönüşen bu yeni koşullarda güvenlik, zenginlik ve aslında bir bütün yaşama dair bütün kavrayışlar ticari bir sürece indirgeniyor. Nihayetinde savaşların ve sömürgeleştirmenin bu şekilde dönüştüğü bir zamanda şiddetin aynı kalması beklenemez. Şiddetin daha yaygın ve daha çıplak hale geldiği aşikâr. Ancak, savaşın ve şiddetin yeni tanım arayışlarının başladığı bir eşikte olsak da ve şiddetin biçimi her gün değişse de şiddetin kurucu ve koruyucu niteliği her daim işler halde yürürlüktedir. Benzer şekilde şiddet, her zaman olduğu gibi yine belli gruplara dönük daha yakıcı biçimde gerçekleşmektedir. Özellikle sınıflı sistemin ortaya çıktığı dönemden beri coğrafya fark etmeksizin kurumsal ayrımcılığa maruz kalan ve ataerkil şiddetin hedefine konulan kadınlara yönelik şiddet söz konusuysa değişen çehresiyle beraber savaşların ve şiddetin sürekliliği çok daha yakıcı hale gelmektedir. Yani savaşın yöntemleri, aktörleri, silahları ve sahaları değişse de bu dönüşüm gramerinde değişmeyen en önemli olgulardan biri kadın bedeninin şiddetin sahnesi olmaya devam etmesidir. Nitekim kadına yönelik şiddetin mi yoksa şiddetin görünürlüğünün mü arttığına dair söylemler birçok iktidar tarafında dolaşıma sokuladursun, kadınlara yönelik gerçekleştirilen cinayetlerin her gün katlanarak devam etmesi kuşku yaratmaya yer vermeyen gerçek kanıt olarak önümüzde durmaktadır. Nitekim şiddetin düzenli olarak arttığına dair birçok veri mevcut. Üstelik bu artış yalnızca Güney Amerika, Sahra Altı Afrika veya Ortadoğu gibi yoksul bölgelerde gerçekleşmiyor, Amerika, Kanada ve Avrupa gibi gelişmiş bölgelerde de artış söz konusu. Nihayetinde kadınlara yönelik yeni bir savaşın başlatıldığına dair kanıtlar her geçen gün çoğalıyor. 

Kadına yönelik şiddet birçok yolla kışkırtılıyor

Sonuç olarak, yeni sömürgecilik ve savaş çok yönlü ve çok katmanlı biçimde kadınların hayatını altüst etmeye devam ediyor. Çünkü yeni savaşların, şiddetin ve sömürgeciliğin itici gücü olan yeni sermaye birikim süreçleri kadınlara yönelik şiddeti birçok yolla kışkırtıyor. 2014 OECD Toplumsal Kurumlar ve Toplumsal Cinsiyet Endeksinde en kötü sonuçlara sahip olan on yedi ülkenin on dördünün aynı zamanda son 20 yılda savaş yaşamış ülkeler olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Yeni savaşların bir özelliği olarak tırmanışa geçen sivil ölümlerindeki büyük çoğunluğu oluşturanlar kadınlar ve çocuklar. Zorla yerinden edilmeden ve savaş sahnesinde uygulanan mizojinist pratiklere kadar kadın bedeni savaşta şiddetin sahnesi haline gelmektedir. Çünkü “kadına yönelik yeni şiddet, kapitalist gelişmenin ve devlet iktidarının her zaman kurucu olan yapısal eylemlerinde kök salmıştır.” (Federici, 2018. 67).

Editör: Haber Merkezi