Türkiye topyekün bir borç kriziyle karşı karşıyadır. Erdoğan'ın Londra “seferi”nin (!) ardından Türk Lirası'nın 22 Mayıs'ta serbest düşüşe geçmesiyle birlikte Türkiye'nin yaşamakta olduğu borç krizi (mali kriz) artık aleni hale gelmiştir.



Türkiye topyekün bir borç kriziyle karşı karşıyadır. Erdoğan'ın Londra “seferi”nin (!) ardından Türk Lirası'nın 22 Mayıs'ta serbest düşüşe geçmesiyle birlikte Türkiye'nin yaşamakta olduğu borç krizi (mali kriz) artık aleni hale gelmiştir.





Hem dünya ekonomisi bakımından hem de Türkiye ekonomisi bakımından yaklaşan ekonomik krizden söz edebiliriz.


İlk olarak dünya ekonomisinin durumundan başlayalım. 2007 sonlarında ABD'de patlak veren mali kriz, hızla bir ekonomik krize dönüşmüştü. 2009 yılında dünya hasılası 2. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez mutlak küçülme yaşadı. Avrupa ekonomisi ayrıca 2012–2013'te bir küçülme daha yaşadı. Gerek ABD gerekse Avrupa devletleri (giriştikleri yoğun spekülasyon faaliyetleri ile mali krizin doğrudan sebebi olan) finans tekellerini bütçelerinden para aktararak kurtardılar.


2008 sonbaharıyla 2009 başları arasında ileri kapitalist ülkelerde devletlerin ve merkez bankalarının finans sektörünü kurtarmak için harcadıkları toplam para, dünya hasılasının yarısına denk geliyordu. Finans sektörü böylece kurtarıldı. Peki bu maliyet nasıl karşılanacaktı? Avrupa'da Euro kemer sıkma paketleriyle ayakta tutuldu. Bedelini sosyal hakları eriyen, gelirleri azalan Avrupa emekçileri ödedi. Yunanistan halkı bu süreçte en büyük zararı gördü.


ABD ise doların “dünya parası” olarak avantajlı konumunu kullandı. Karşılıksız dolar basarak dünya piyasalarına yaydı. Bu dolarlar ABD'ye girmediği için enflasyona yol açmadı. Ama doların değeri düştü. Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler, ucuz dolara dayanarak sanayi üretimlerini geliştirdiler. Dünya ekonomisini 2008-2013 döneminde ayakta tutan, sınırlı da olsa büyümeyi sürdürmesini sağlayan, bu sanayi ülkeleri oldu.


Türkiye ise ucuz dolar dönemini ithalatı tırmandırarak karşıladı. Sanayi üretiminin ulusal gelir içindeki payı geriledi. Özellikle ara malı ve makine ithalatına bağımlılık gelişti. Tarımda kendine yeterlilik ortadan kalktı. İnşaat, yol, köprü yatırımlarıyla kısa süreli ekonomik canlanma yaratılsa da, sanayi üretimi görece geriledi. Tarım krize sürüklendi.


2013'te Obama yönetimi, özellikle kaya gazı çıkarımları yoluyla (açık ve vahşi bir doğa katliamı pahasına) ABD ekonomisinde bir toparlanma yaratmaya başladı. ABD ekonomisinde krizden inişli çıkışlı durgunluk aşamasına geçilmesiyle birlikte, Amerikan Merkez Bankası faizleri yükselterek ucuz dolarları geri toplamaya başladı. Karşılıksız dolar basarak dünyaya yayma dönemi bitmişti. Şimdi Amerikan ekonomisinin dünyadaki hakimiyetini yeniden tahkim etme zamanıydı. Büyük Bunalım boyunca kimi sanayi ülkelerinin (Çin, Hindistan) ABD aleyhine elde ettikleri ekonomik kazanımlar özellikle rahatsız ediciydi.


ABD dolarının değerlenmeye başlamasıyla birlikte Türkiye ve benzer orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler için (Endonezya, Tayland, Singapur, Arjantin, Brezilya) zorlu bir dönem başladı. 2008'den bu yana ucuz doların yarattığı imkanlarla canlı kalan bu ekonomiler yavaşlamaya, çarklar zorlanmaya başladı. Ama Türkiye bütün bu ülkeler içinde; ekonomisi en kötü yönetilen, üretim altyapısı en zayıf, sanayi üretimi en dışa bağımlı, tarım üretimi en yıkıma uğramışı olduğu için, en büyük kayıpları da Türk Lirası yaşadı. İthalat bağımlısı ekonomi, dolar kuru yükseldikçe zorlanmaya başladı. AKP iktidarının ilk dönemlerinde görülen düşük faiz, düşük kur, düşük enflasyon denklemi tamamen bozularak; yerini yüksek faiz, yüksek kur, yüksek enflasyon üçlüsüne bıraktı. Ödemeler dengesi bozuldu, cari açık kontrolden çıktı, AKP iktidarının seçimleri kazanmak için devlet hazinesini hoyratça kullanmasıyla da birlikte bütçe açığı büyüdü.


TL/Dolar kuru 2013 sonunda 2 TL iken; 2014 sonunda 2,4 TL; 2015 sonunda 2,9 TL; 2016 sonunda 3,5 TL; 2017 sonunda 3,8 TL oldu. 2018 ortası itibariyle de 4,8 TL'ye çıkmış durumdadır. Kısacası, Türk Lirası 5 yılda 2.5 kat değer kaybetmiş, dolar kuru da o oranda artmıştır. Dolar kurunun yükselişi:


a) Dışa bağımlı olan, dolayısıyla yüksek dolar borcu olan sanayi şirketlerinin boğulmasına sebep olmuştur.


b) Hükümet bütçeden yaptığı harcamalarla ekonomiye suni teneffüs yaptırmış ama 24 Haziran sonrasında bu durum da artık sürdürülemez hale gelmiştir.


c) Dolar kurunun artışı yüksek ithalat bağımlısı bir ekonomide iğneden ipliğe her şeye zam gelmesine yol açarken, ücretler ve maaşlar yerinde saymaktadır. Bunun anlamı mutlak yoksullaşmadır.


d) Şirketlerin borçlarını çevirememeleri sonucu bankalarda da iflas etmiş kredilerin yoğun bir birikimi yaşanmaktadır.


e) Üretici enflasyonu yüzde 20'yi aşmış, tüketici enflasyonu da bu düzeye doğru yükselmektedir.


f) Gerçek işsizlik yüzde 20'yi aşmıştır. Genç ve kadın işsizliği çok daha yüksektir.


g) Hükümetin faizleri düşük tutma dayatmalarına rağmen, konut sektöründe oluşan balon eritilememekte, konut fiyatları düşmekte, aşırı birikmiş konut fazlası satılamamaktadır.


h) Vatandaşların bankalara olan kredi ve kredi kartı borçlarının oranı da yükselmektedir. Yoksullukta ve işsizlikteki artışla birlikte, bunların da ödenmesi riskli hale gelmektedir.


Dolayısıyla Türkiye topyekün bir borç kriziyle karşı karşıyadır. Erdoğan'ın Londra “seferi”nin (!) ardından Türk Lirası'nın 22 Mayıs'ta serbest düşüşe geçmesiyle birlikte Türkiye'nin yaşamakta olduğu borç krizi (mali kriz) artık aleni hale gelmiştir. Kökleri üretim alanında (reel sektörde) bulunan bu kriz, 2018'in ikinci yarısı boyunca adım adım sanayi ve ticaret sektörlerinde iflasları getirecektir. Bankalar da bu iflaslar nedeniyle zor durumda kalacaktır.


Dünya genelinde ise, Küresel Bunalımın ikinci perdesine doğru adım adım gitmekteyiz. Bu kez, 2008-2013 döneminde dünya ekonomisini ayakta tutan sanayi ülkelerinin durgunluğa sürüklendiğine; dünya genelinde faiz oranlarının arttığına; ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin ellerindeki para sermayenin gücüne dayanarak dünyanın geri kalanına haydutça isteklerini dayattıklarına, devalüasyon nedeniyle ucuzlayan sanayi ülkelerindeki varlıkları satın aldıklarına, sanayi ülkelerinin Büyük Bunalım döneminde elde ettikleri avantajlı konumları geri almaya çalıştıklarına şahit olacağız.


Çin'in son dönemde artan askeri yönelimi, Rusya'nın askeri emperyalist bir devlet olarak dünya siyasetinde yükselişi, bu dönemin Rusya-Çin ekseni ile Amerikan-İngiliz ekseni arasında kimi lokal-bölgesel çatışmalarla birlikte yürüyeceğini açıkça göstermektedir. Ortadoğu ve Asya-Pasifik bu çatışmaların yoğunlaşacağı iki bölge olacaktır.


Keza, dünya borsaları aşırı derecede değerlenmiş durumdadır.


Dünya Bankası verilerine göre, küresel hisse senedi ticaretinin 2001 krizi öncesinde dünya hasılasının 2.4 katına çıktığını, 2008 krizi öncesinde ise 2.6 katına ulaştığını görüyoruz. Her krizin ardından bu oranlar düşse de, kapitalist koşullar hisse senedi biçimindeki hayali sermayenin sürekli yeniden üretimini getirmektedir. Bizzat kendisi yeni bir değer üretmeyen borsada yığılan sermaye, gelecekteki üretimden pay talep etmektedir. Üretimin kendisinin durgunluk içinde olduğu bir dönemde, gelecekteki üretimden pay taleplerinin bu denli yoğun yığılmasının bir borsa balonu olduğu ve patlamasının kaçınılmaz olduğu aşikardır.


Nihayetinde dünya çapında hisse senetli şirketlerin piyasa değeri, 2007 ile 2008 arasında, tek bir yılda 30 trilyon dolarlık erimenin ardından, bugün yeniden şaşırtıcı bir hızla büyümektedir. 2016'dan 2017'ye yine tek bir yılda borsadaki şirketlerin piyasa değeri 14 trilyon dolar artmıştır. (Dünya Bankası) Hatta, Bloomberg'in hesaplamasına göre 100 trilyon dolara yaklaşmıştır (yani 34 trilyon dolar artmıştır). Goldman Sachs uluslararası analisti Christian Mueller-Glissmann, bu durum üzerine yaptığı yorumda; “hisseler, tahviller ve kredilerin değerlenme oranlarının 1900'den bu yana en yüksek düzeye ulaştığını” belirterek bu durumun sürdürülebilir olmadığını, borsalarda yeniden bir düşüşün beklenmesi gerektiğini, olası iki senaryonun “yavaş acı” veya “hızlı acı” olduğunu belirtmiştir.1


Bu yorum bize de gerçekçi gelmektedir, zira dünya borsalarına kayıtlı şirketlerin piyasa değerinin dünya hasılasına oranı, bugün, neredeyse 2007'deki düzeyine yaklaşmıştır. Bu oran, 1999'da %116,6 oldu, ardından 2001 mali krizi geldi. Yine, bu oran, 2007'de %114 oldu, bu kez 2008 krizi geldi. 2017 itibariyle bu oran yeniden %112.5 düzeyine ulaşmıştır.2 Dolayısıyla, bir kez daha, borsalarda, gelecekteki üretimden pay taleplerinin birikimi, gerçek üretimin iki katını aşmış durumdadır. Kütlesel ölçekte bir hayalî sermaye kıyımının arefesinde olduğumuz muhtemeldir.


Çin borsasında görülen düşüşler, Borsa İstanbul'da yaşanan dalgalanmalar3 böyle topyekün bir borsa krizinin ön habercileri gibidir. Böyle bir borsa krizi, 2018'dekinin tersine, uluslararası mali sermayenin ABD ve Avrupa “güvenli” limanlarına çekilmesine sebep olarak, Türkiye gibi “sıcak para” bağımlısı ülkeleri hayli zor durumda bırakacaktır.


Türkiye ekonomisini sarsmakta olan borç krizi, önümüzdeki dönemde ekonomik krize dönüşerek fabrika iflasları, ticaret durgunluğu, tarım krizi, bankalarda mali sarsıntılar biçiminde sonuçlar verecektir. Erdoğan oligarşisinin ekonomiyi bir aile şirketi gibi yönetmeye çalışması, AKP'nin üst yönetimi çevresinde oluşan ahbap çavuş kapitalizmi ağı, bu ekonomik krizi daha da ağırlaştıran, içinden çıkılmaz hale getiren sonuçlar yaratacaktır.


Hükümetini neredeyse tümüyle kapitalistlerden oluşturan Saray iktidarı, yaklaşan kriz karşısında oldukça net bir sınıfsal pozisyon almıştır. Muhalefetin de hiç olmadığı kadar antikapitalist bir pozisyon alması gereken bir döneme giriyoruz. İşçi sınıfının ve emekçi halkın yaşayacağı büyük acıyı bir mücadele kuvvetine dönüştürmeyi başarırsa, toplumsal ve siyasal muhalefetin yükselişe geçmesi son derece mümkündür.