Kürt ve Alevi kadınsanız ötekinin ötekisi oluyorsunuz. Erkek egemen sistem tarafından her türlü kötü şey yakıştırılabilir.

Kimliklerimiz

Dersim Tertelesi öncesi ve sonrası bunu uzunca bir süre karalama, toplumun gözünde düşürme, hiçleştirme, asimilasyon aracı olarak kullandıklarını biliyoruz. Devletin farklı inançlara, farklı cinsel yönelimlere, feministlere kısacası ötekinin ötekisi olanlara devletin resmi tarihini dayatmak, onları yok saymak ama aynı zamanda kişinin kendi olmasının önüne geçmek değil midir?

Kimliklerimiz her zaman önemliydi fakat, bu yüzyılda adeta bireylerin, toplulukların sorguladıkları kim olduklarını araştırdıkları zaman dilimi adeta. Kimliklerimiz bizi biz yapan değerler nasıl inşa edilir, neden ret edilir? Sahip olduğumuz kimlikler için neden mücadele ediyoruz. Devlet ait olduğumuz kimliklerimizden neden vazgeçmemizi istiyor? gibi birçok soru sorabiliriz. Kimliklerimiz için neden acı çekmek zorunda kalıyoruz? Bunca keder nedir?

Tabii buna ideolojik olarak hangi pencereden baktığımız önemlidir. Eğer milliyetçilik ve faşizm penceresinden bakıyorsak faşizm nasıl bakıyorsa öyle bakarız. Eğer farklılıkları kabul eden bir pencereden bakıyorsak o zaman başka bir paradigma ortaya çıkar.

Bu coğrafyada kadın kimliğimiz, Kürt kimliğimiz, Alevi kimliğimiz, Arap kimliğimiz, Türk kimliği gibi birçok kimliğe sahibiz. Sahip olduğumuz kimliklerimizin bazıları siyasal iktidarlar, devletler tarafından istenmeyen, beğenilmeyen, vazgeçmemiz istenen kimliklerimiz.

Mesela kadın kimliğimizin sınırlarını toplumsal cinsiyetçi kodlar çiziyor. Bu sınırların dışına çıkıldığında hem erkekler bundan rahatsız oluyorlar. Devlet bundan rahatsız oluyor. Kadınların var olma ,itiraz etme halleri erkekleri rahatsız ediyor. Öyle bir rahatsızlık ki taciz, tecavüz, öldürmeye kadar varıyor. İlk sömürge, eve kapatılan tarihsel olarak da yok sayılan, toplumsal cinsiyetçi kodlarla her döneme göre erkek egemenliğinin kendini kurguladığı, devleti, aileyi, erkeği yanına alarak günümüze kadar sürdürdüğü ağır bir insanlık meselesi.

İçinde yaşadığımız toplumun dokusu gittikçe değişiyor dincilik, cinsiyetçilik, milliyetçilik kapitalizmin kadını yok sayan politikaları, ne dersek diyelim toplumda karşılık buluyor. Çünkü iktidarların, devletlerin, erkek egemenliğinin ihtiyaçlarıyla ve kadınların ihtiyaçları denk değil.

Mesela komşularımız, arkadaşlarımız, politik olmasalar bile soylarını, geçmişlerini, kim olduklarını araştırıp sorguluyorlar. Buna varlıkta denebilir aslında, bu form kimlikle bağlantılı kimliklerin çok katmanlı hem kendi etnik grubunca hem de diğer iktidar gruplarınca, kadınların kimlik tasarımlarına nüfuz eden üç temel şey var dinsel, etnik ve toplumsal cinsiyet. Çocukken köye gittiğimde kasabanın minibüsünden iner inmez “kızım sen kimlerdensin” diye sorulurdu. Bu sorunun içinde sınıf özellikleri, kabile, aşiret, klan gibi kavramlara işaret edilirdi.

Toplumun ideolojisi, inancı, etnik kökeni kimliğini tanımlar. Alevidir, Kürt’tür, Boşnak’tır, Arap’tır, Sünni’dir vs. fakat Ulus-Devlet ideolojisi tek toplum tek inanç yaratmak istediği için devletin tarifi de değişir çünkü artık Alevi’si, Kürt’ü yoktur. Herkes Türk ve Sünni olmalıdır zamanın, dönemin ruhu bunu gösterdiği için böyle olmalıdır. Zaten makbul olan devletin istediği olan da bu değil mi?

Kimlik tanımlaması bu topraklarda her zaman sorunluydu. Hangi köken ve inançtan olursa olsun zamanın yarasıydı ve bu durum yüz yıldır devam ediyor.

Mesela Kürt ve Alevi kadınsanız ötekinin ötekisi oluyorsunuz. Erkek egemen sistem tarafından her türlü kötü şey yakıştırılabilir. Her kuşak kadınların da tecrübe ettiği şey aynı olmasa da çeşitlenerek sürüyor hakkınızda her an her şey eklenerek söylenebilir.

Gerçeğimiz şu, kadınların ezilme biçimi ulus devlet yapılanmasından çok öncedir. İlk sömürge, Adem’in kaburgasından olan, Adem’i kandıran şeytan kadın Havva…

Bu yüzyıl ise Ulus devletler konumlanırken ideolojik olarak tekçi, milliyetçi, erkek ve cinsiyetçidir. Devletli tarihe geçmekle başlayan beş bin yıldan bahsediyoruz. Tabii ulus devlet ezilme biçiminin en son formu olmuş oluyor.

En bariz örnek Seyid Rıza’nın eşi Bese hakkında 1937-1938 yıllarında yazılanlara bakacak olursak anlayabiliriz. Zaten genel olarak Dersimli Kürt -Kızılbaş kadınlar için söylenen şehvet düşkünü, cadı, kötü, şeytan gibi tanımlamalardır. Sömürge erkeğinin Dersimli kadınlara tanımlamaları:

Örnek Naşit Hakkı Uluğ hem gazetecilik hem milletvekilliği yapan biri. Derebeyi ve Dersim, Tunceli medeniyete açılıyor adında iki kitap yazmış. Bu kitaplarında Dersimli kadınları tanımlayış biçimlerine bir bakarsak “Dersimli kadınların nasıl ahlaksız olduklarını bu ahlaksızlığın sebebinin inançlarının olduğunu yazar.

Yine başka bir örnek Nazmi Sevgen adında birisi Dersimlilerin Türk olduğunu ispatlamaya çalışır. “Tunceli isyanı Niçin ve Nasıl çıktı” başlıklı yazsında

“başında gümüş bir taç açık nasiyesini yarım kutur halinde çerçeveleyen ziynet altınlarının kenarından sarkan parlak siyah zülüfler hakikaten Besi’ye hususi bir ihtişam vermişti. Üzerinde Şam kotnisinden üç etekli bir entari, kısa ve gümüş sırmalı işlemeli cepken vardı. Ayaklarında Erzincan kundurları başında, vücudun kısmı ulyasını tamamen kaplamış ağır ipekten bir puşu taşıyordu. Bu yeril ve tarihi ihtişama kapılan tek adam Seyid Rıza’dır başkalarının takdirkar nazarlar tevcih etmesine bile imkan yoktu. Çünkü Seyidin karısı Anadır ve anaya ana olarak bakılır. Besi’nin bu fitri boyasuz güzelliğine harikulade keskin bir zeka da inzimam etmişti. En muğlak işlerde derhal Besi’nin şeytani zekasına müracaat edilir ve istifadeye çalışılırdı. Seyidin bu dilber seydesi, aşiret içinde sayılır bir otorite iktisab etmişti.” Bu tanımlamaları okuyan herkes sömürge erkeğinin Bese için yaptığı şeyin ne olduğunu anlayabilir.

Tabii devletin Dersim Tertelesi öncesi ve sonrası bunu uzunca bir süre karalama, toplumun gözünde düşürme, hiçleştirme, asimilasyon aracı olarak kullandıklarını biliyoruz. Devletin farklı inançlara, farklı cinsel yönelimlere, feministlere kısacası ötekinin ötekisi olanlara devletin resmi tarihini dayatmak, onları yok saymak ama aynı zamanda kişinin kendi olmasının önüne geçmek değil midir? Kişi; erkek ya da kadın kendini hangi topluluğa ait hissediyorsa bu aidiyete devlet müdahale ettiğinde içi boş güvensiz kendi olamayan, ne kendine ne de toplumuna faydası olacaktır. Bu başlı balına travma değil mi?

Siyasal partilerin, siyasal oluşumların görevi burada devreye girer, topluma kimliklerin kıymetli aynı zamanda devletlerin bu kimlikleri inkâr ve imha, asimile ettiğini anlatmak gerekiyor. Tabii ki barıştan, demokrasiden yana olan, demokratik cumhuriyeti olanlar savunur. Bu en iyi yerinde yapabilir o da yerellerdir. O yüzdendir ki yerel seçimler demokrasinin kriterleridir. Bir merkezde belediye yönetimi diğer toplulukları, inançları ötekileştirip uzaklaştırıyorsa orada yaşayan toplulukların kendini iyi ve güvende hissetmemesi çok normal değil mi?

Yüzyıl boyunca değişmeyen tek şey farklı kimlikleri ve farklı inançları ret ve inkâr etmektir. Bu ülkede Kürtler daima Türkleştirilmeye çalışıldı, Aleviler Sünnileştirilmeye çalışıldı bu günümüzde de devam ediyor.