ASIL ŞİMDİ BAŞLAMALI HER ŞEY

İzleyici izlediği filmin sonunu önceden bilmez. Nasıl bir son ile karşılaşacağını bilmeden filmi izler ve tahminleri dahilinde bir sonuç ortaya koymaya çalışır. Fakat daha önce filmin benzerlerini izlemişse, doğru ya da yanlış, mutlaka zihninde bir şeyler oluşur. Ona dayanarak bir öngörü ortaya koyar. Hiç tahmin etmediği bir sonla da karşılaşabilir. Bunu, ancak o filmi izleyip bitirdikten sonra anlayabilir. Oyuncu da bilmez, ta ki yazılan senaryo oyuncunun eline tutuşturulana kadar. Filmi başından sonuna kadar bütün ayrıntılarıyla bilen kişi senaristtir. Senarist, kendisinin yazdığı ya da başkasına ait kaynakları düzenler ve görsel bir metin haline getirir. Yönetmen de senaristin ortaya koyduğu bu görsel metnin akışının doğru şekilde ilerlemesini ve oyuncuların bu metne bağlı kalarak o oyunu layıkıyla sergilemesini sağlar, aktörlerin performanslarını yönetir...

Bu konuya neden değindim biliyor musunuz? 

Bilmediklerini iddia edip halkın yaşadığı tüm acılara kör, sağır ve dilsiz olanların, aslında tüm bu acıların sebeplerinde ya da sonuçlarında direk ya da dolaylı olarak yer almış olmalarıdır.

Sorumluluk almak ve hatalarını kabullenmek yerine;

Parmakların havada sallanması,, hakaret, küfür ve tehditlerin olması başka türlü nasıl açıklanabilir ki? Halka arkasını döner dönmez, kahkahalara boğulanlar nasıl izah edilebilir ki?

Bu olağanüstü durumu yönetemeyenler, başka nasıl tanımlanabilir ki?

Peki bu deprem felaketi önceden tahmin edilebilir miydi? 

Buna yönelik tedbirler alınabilir miydi?

Gerekli tedbirler alınsaydı, bu kadar can kaybı yine olur muydu?

Uzmanların yaptığı açıklamalara bakacak olursak, depremin hangi gün ya da saatte olacağını önceden belirlemek mümkün değil. Fakat hangi fay hatının aktif durumda olduğunu tahmin etmek mümkün. Jeoloji uzmanlarının yaptığı açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, aslında bu deprem bekleniyormuş. Fakat ne yazık ki uyarılar dikkate alınmadığı gibi gerekli tedbirler de alınmamış. Türkiye birçok defa bu felaketi yaşadı. Yıkılan binaların enkazında, binlerce insan can verdi. Yine binlerce insan maddi, manevi ve ruhsal açıdan büyük kayıplar yaşadı. Yaşanan tüm bu acılara ve tecrübelere rağmen, ne yazık ki hiçbir ders alınmadı. Bilim uzmanlarının tüm uyarılarına rağmen tüm yetkililer yine sınıfta kaldı.

Türkiye'deki yoğun ve çarpık kentleşmeyle birlikte, denetim eksikliği sorunu giderilmedi, binalar ilgili birimlerin kontrolünden geçmedi. Doğru, kaliteli ve yeterli malzeme kullanılmadı, ve daha da önemlisi inşaat sektörüne uzman kişiler tarafından el atılmadı. Bilimsel gerçeklikten uzak, ticari amaç güdülerek koca binalar dikildi. İnsanların hayatı riske atıldı. Kaçacak yer dahi kalmadı. Ağaçlar , ormanlar yok edildi ve toprağa  beton yığınları yük yapıldı. Tüm bunlar, bu felaketleri besleyen en önemli etmenler oldu...

Yani evet, bu kadar can kaybı önlenebilirdi. Yetkililer, yer bilim uzmanlarının uyarılarını dikkate alıp, gereken önlemleri alsaydı, bu kayıpların önüne geçebilirlerdi. Deprem yaşandığı andan itibaren, ilgili tüm birimler hızlı bir şekilde organize olabilirdi. İnsanlara ulaşılabilir ve ihtiyaçları karşılanabilirdi. Yani evet, İnsanlar devletin gücünü eşit koşullarda yanında görseydi, bedenen ve ruhen bu kadar ölmezlerdi.

Yani evet, bu korkunç acıların önüne geçebilirlerdi.

Ülkenin deprem gerçeğiyle yüzleşip, yıllar içinde tüm denetimler yapılabilir ve yeniden inşa edilebilirdi. Birkaç Müteahhit'in kurban seçilerek, diğer suçluları haklı gösteren imar affıyla, ölüm çukuru oluşturulmayabilinirdi.

Evet tüm bunlar mümkün olabilirdi.

6 Şubat tarihinde meydana gelen depremde binlerce insan hayatını kaybetti. Geride kalan milyonlarca insandan kimi tüm ailesini, çocuklarını, anne ve babasını, akrabasını, komşusunu, tanıdığı, bildiği birçok insanı ve uzuvlarını kaybetti. Bununla birlikte, evini, işini, aşını, anılarını, çocukluğunu, gençliğini, hayallerini enkazın altında bıraktı.

Elinde; acıdan, korkudan, kederden, çaresizlikten başka bir şey kalmadı. Geride kalan milyonlarca insan, yaşadıkları toprakları terkederek başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Birçok çocuk yersiz, yurtsuz kaldı ve o çocuklar kayıp. Yerini yurdunu terkedemeyenler ise, evsiz, aşsız, sussuz mücadele ediyor, ayakta ve hayatta kalmaya çalışıyor. Yürekleri, o toprakları terketmeye varmıyor. Sağlıksız koşullarda, bir şeyleri yeniden inşa etmek için bekliyorlar. Hiç kolay değil, öyle kolay dile dökülemiyor. Bir yumruk gibi insanın boğazında düğümleniyor. O annelerin, babaların, çocukların, eşlerin çığlıkları, isyanları insanın nefesini kesiyor. Evet hiç kolay değil, deyim yerindeyse 10 il yerle bir oldu.(Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Diyarbakır,  Adıyaman, Gaziantep, Malatya Osmaniye, Adana, Hatay, birçok köy ve ilçe). 

Tüm bu kayıpların ardından, yüreklerinde taşıyacakları ağır bir yük kaldı onlara. İnsanlar, o soğuk enkazın altında, sevdiği insanların ölü bedenleriyle saatlerce, hatta günlerce kurtarılmayı bekledi. Çaresizliğin, korkunun en uç noktasını yaşadılar. Anneler ve babalar, kurtarılmayı beklerken, bir yandan da çocuklarını yaşatmaya çalışırken öldüler. Çocuklarının yüzüne ve gözlerine bakarak acılarını daha da büyüttüler. Ve bu acıyı resmederek göçüp gittiler. Yine aynı şekilde çocuklar da anne ve babalarını kaybettiler. Nefes almanın dahi güç olduğu o zaman diliminde, kim bilir hangi duygularla sevdiklerini bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Ansızın geldi ve seçme şansları hiç yoktu. Seçme şansları olsaydı neler neler söylemek isterlerdi, kim bilir neler neler... 

Ama olmadı. 

Söyleyemediler.

Yapamadılar.

Daha sıkı sıkıya sarılamadılar, bir ömrü paylaşamadılar, birlikte yaş alamadılar. Buluşamadılar sevdikleriyle, sevdiklerini doya doya söyleyemediler. Daha kavga etmeye dahi zamanları olmadı. Büyüdüklerini, büyüttüklerini göremediler. Mutluluklarını, mutsuzluklarını, kızgınlıklarını, kıskançlıklarını yaşamadılar, yaşatamadılar. Güzelliklerle iyiliklerle, kötülüklerle yeteri kadar karşılaşmadılar daha. Pes etmeyi, mücadele etmeyi, yenilgiyi, zaferi yeteri kadar yaşamadılar. 

Her şeyi yarıda bırakıp gittiler, her şeyi.

Kimi de, daha hiçbir şeye başlamadan, yol aldı sonsuzluğa...

Her şeylerini bir enkazın altında bırakmak tarifsiz ve tarafsız bir acı. Sözün tükendiği nokta tamda burası. Sağ çıkarılanların yüzünde buz gibi bir keder vardı. Tüm duygulardan arınmış, korkunun ve şaşkınlığın sardığı acı dolu donuk yüzler.

Apansız ölüme yakalanan donmuş zamanların, resmedilmiş hali bu. Mücadele edecek zaman hiç bırakılmamış, birlikte ölmenin nerdeyse tek seçenek olarak kabul gördüğü karanlık saniyeler. Çıkabilmeyi başaranların geçmişinin, geleceğinin silindiği, sadece o anın yaşandığı sonsuz gibi gelen dadikalar ve ardından bitmek bilmeyen günler. İnsanların üzerindeki ölümcül ağırlık. Gözlerin küçücük de olsa bir ışık beklediği, kulakların ise onları kurtaracak olanların sesine odaklandığı anlardan ibaret sadece. Saniyelerin bitmek bilmediği, zamanın artık anlamını yitirdiği, sadece zifiri karanlığın hüküm sürdüğü, sessizliğin aklı yediği ve insanın yüreğini kemirdiği kahrolası bir an bu. Yaşanan bu korkunç acının derinliğini, büyüklüğünü ve yükünü daha da büyüten, enkazın altında kalanların ve enkazın üstünde olanların yaşadığı çaresizlik ve kimsesizlik duygusu. İnsanların molozlara tırnaklarını geçirerek sevdiklerini o taş yığınlarının altında çıkarmak zorunda kalmaları, acıların en büyüğü. Kendi imkanlarıyla enkazın altında çıkabilenler, bir can daha kurtarmanın çabasını verdi...

Peki ya hiç çıkamayanlar?

Onlar çaresizce beklediler, saatlerce, günlerce... Birçok kişi yerin altında soğuktan, kan kaybından, nefes alamamaktan, korkudan, panikten hayatını kaybettiler. Günlerce sesini duyurmaya çalıştılar. Ama onları duyacak kimse yoktu. Tehlike arz ediyor diye müdahale dahi ettirilmedi. Arama ve kurtarma birimleri, ekipmanlar, ve bu konuda eğitimli insan gücü yoktu. Olanlar da çok yetersizdi. Zamanında müdahale yapılmadı. Tüm bunlar, binlerce insanın yerin altında can vermesine sebep oldu...

Kimsesizliğin yükü yağmacıların korkunç yüzüyle buluşunca, acıları da katmerlendi. İnsanlar can telaşındayken, birileri para, altın, eşya çalma derdindeydi. Bu insanlığın sınandığı, öldüğü ya da dirildiği korkunç bir zamandı. Ülkenin hatta dünyanın dört bir yanından yardım için seferber olan insanlar, insanlığın ak yüzüydü. Elindeki tüm imkanları zorlayarak her türlü desteği sunmaları, çocukların kumbarasındaki parayı paylaşmaları birlikteliğin ve iyiliğin buruk gururunu yaşattı. Gereksiz ve atılacak eşyalarını atmak yerine, kutuya koyup gönderen, insanların gururunu hiçe sayan azınlığa ve bu durumu fırsata çeviren bazı esnaf ve ev sahiplerine rağmen, binlerce insan yardıma koştu. Giyecek, yiyecek ve ısınma malzemelerini temin edip, gönderdiler. Bu süreçte dahi, yapılan bağışların derdine düşmelerine, siyasi engellemelerine ve yapılan yardımlara el koymalarına rağmen, halk gücünü ortaya koydu. Hakaretlere, tehditlere rağmen, Türkiye'nin ve Dünya'nın birçok yerinde büyük bağışlar ve yardımlar yapıldı. Kampanyalar düzenlendi. Kimi evini açtı, kimi ekmeğini paylaştı, kimi cebinden kimi de yüreğinden ortaya bir şeyler koydu...

Bu durum gösterdi ki, siyasi rantın kirli, ayrıştırıcı ve öldürücü dili olmasa, hâlâ umut var. Hâlâ iyi insanlar çok ve geziniyor bu topraklarda.

Ahhh! birde araya renk ayrımı koymasalar...

Yıkıntılar ve ölü enkazlar öyle acı veriyor ki, sanki dünyanın üzerinden asırlar akıp gitmiş.

Ve bizler, çoktan terkedip gitmişiz buraları...

Tüm bu acı tecrübeler gösteriyor ki; kolumuzdaki, bacağımızdaki yaralar iyileşir zamanla. Ama sırtımıza yerleşen kambur durdukça, yüreğimiz ve ruhumuz kanamaya devam edecektir. Tüm farklılıkları ve o farklılıkların dilini bir kenara bırakıp, birbirimizin yüreğine sarılmak ve ruhunu iyileştirmek zorundayız  Çünkü önce onlar iyileşmeli...

Asıl şimdi başlıyor her şey...

Zarif LAÇİN