DEPREM KIZILAY NEOLİBERALİZM

Öyle bir deprem yaşadık ki, hala artçılarını ve başka depremlerin öncülerini yaşıyor olmamızdan başka kayıpları ve etkileri nice yıllar boyu unutulamayacak, telafi edilemeyecek boyutlara sahip olduğunu nereye baksak görebiliyoruz. Dünya düzeni, yaşamın bütün alanları, yaşayış ve eyleyiş biçimleriyle insanlık adına ne varsa hepsi paramparça halleriyle önümüzde duruyor. Bütün göstergeler bir dünya düzeninin insanı, bütün canlılarıyla -bitkiler, hayvanlar, denizler, göller nehirler ve hatta dağ ve çukurlarıyla, doğayı bitirişini işaretliyor.

Dahası var; Türkiye’de bu çapta iki deprem ve sonrakiler talan, yalan, soygun ve de şiddetten ibaret devlet ve iktidar sistemlerinin nasıl da deprem misali üstümüze çöktüğünü gösterdi. Yine de çürümüş ve çökmüş haliyle bile durumu gizlemek için nasıl da canavar kesilebildiğini gösterdi. Saray rejimi uzak-yakın egemen sınıf kategorisinin içindeki çatlamalardan, neoliberal programlı kapitalist ekonomi sisteminin çözülüş ve açmazlarından, yalan-talan-yandaş ayarlı özel programına kadar her şeyin faturasını kendinden başka herkese biçmeye geçerken ne büyük halk ve gerçek düşmanı, emek ve özgürlük düşmanı olduğunu durmadan kanıtladı. 20 yılda içini boşalttığı tüm sosyal- siyasal-ekonomik kamu-devlet-toplum kurumlarına paralel kurduğu çete türü özel kurumlarıyla, tekçi rejimiyle ilk saatlerinden itibaren depremi tam bir felakete çevirdi. Onunla yetinmedi, dünyasal ve yerel güçlerin depremin yıkım gücüne karşı kurtarma ve yardım çabalarının önüne barikatlar kurdu. Tanıklar nasıl engellendiklerini, sınırlandıklarını ilk günden beri anlatıyorlar. Öyle örnekleri var ki, duymak bile insanı insanlığından utandırıyor. Mesela Hollanda ekibinin malzeme uçağının engellenmesi, Adana’ya “Umreden Hacıları” getiren uçaklara öncelik verilmesi. Hacıları karşılayıp otobüslerle yerlerine ulaştıran devlet, enkaz altındakileri ölüme terk ediyor! Hollanda ekibi, NATO’nun gücüne dayanarak İncirlik üssünde malzeme uçağına kavuşabiliyor ama gerisi de tır ve otobüs krizleriyle sürüyor. İşte bu Saray rejimli devlet kendi yapması gerekenleri gönüllülükle üstlenen sivil toplum kuruluşları, dayanışma ekipleri engellerken partilerin deprem yardımlarına el koyacak, yardım merkezlerine kayyum atayacak kadar insan düşmanlığı yaptı durdu. Can kurtarmada dakikaların, saatlerin öylesine önemli olduğu zamanda günlerin boş geçmesini, kurtarma ve yardım ekiplerinin eli kolu bağlı kalmasını sağlamak gaddarlığını gösterdi. Sonuçta on birlerce insanı diri diri enkaz mezarlara mahkum etti. Kurtarılanları da aç-susuz, eksi derecelerde çadırsız, tuvaletsiz, doktorsuz, ilaçsız bıraktı. Tuvaleti, suyu olmayan, hem de Alevi insanlara seccade gönderdi! Devletin tüm imkanlarının üzerine yıllardır öyle bir yatmıştı ki, sonunda hayatın içinde tuttukları yerleri, varlıkları, canlı-cansız her şeylerini yitirmiş insanlara hakaret, tehdit, şantaj yağdırmak rezilliğini göstermekten kaçınmadı. İnsanlar enkazları başında yakınlarının kurtarılma çığlıklarıyla günlerini gecelerini geçirirken, devlet nerede derken, devletin tepesi onlarla alay edercesine konuşuyordu: Deprem de kader takvimindedir! Allahtan gelene itiraz olmaz, gerisi devletin şevkatli ellerinin ulaşması için sabırlı olacaksınız! İtiraz edenler lanetlidir, vatan hainidir; şudur budur...

20 yıllık Saray iktidarı bu kadar kötü davranmayı kendinde hak görürken, zehir yüklü yandaş basın tekelleri gerçekleri saptırmak, sivil insiyatiflerden, iktidar muhalifi partilerden başlayarak gönüllü kurtarma ekiplerine kadar çok geniş bir cepheyi hedef tahtası yaptı. Hararetler, iftiralar, düşmanlık, hakları birbirine düşürmeler dillerinden düşmedi; dahası çalıp çırpmaların suçunu bile onların üstüne atmak gibi vicdansızlık döktürdü. Her zamankinden fazla düşmanlıkta, zehir kusmalada en başa Suriyeli mültecileri, Kürtleri, HDP ve devrimci güçlerin yardım çalışmalarını koydular.

Fakat gerçek mızrağa sığmadı. Gerçekler öyle yalın ve çıplaktı ki, kendileri ve borazanları dışında hiç kimseyi inandıramadılar, lanetlerine bile. Halk onları hiç ciddiye almadı, her tanık yaşadıklarını anlatarak yüzlerindeki maskeleri fırlatıp attı çöpe. Vahşi, tekçi, hegemonyacı, faşist, soyguncu ve talancılıkları gibi bütün yalanları pul pul döküldü. Ve sonunda iş geçen 20 yıl boyunca deprem adına yaptıkları bütün yolsuzlukların ortaya dökülmesine dayandı; 25 yıldır iç edilen deprem vergileri, hazinenin iç edilen 428 milyar doları gibi sırıtır oldu. Depreme karşı kentsel dönüşümün rantsal dönüşüm gerçeği yerlerde sürünürken hiçbir manevra onları kurtaramadı. 1999 depremiyle gelen iç ve dış yardımların ne olduğu, nerelere uçurulduğu ve daha bir dizi yolsuzluk, çalıp çırpma kalemi, Sayıştay raporları, 2019’da AFAD’a ait deprem raporu, bütçelenip yapılmayan işler ortaya çıktı.

VE KIZILAY

En son bütün çirkinliğiyle KIZILAY soygunu serildi önümüze. Bu deprem dolayısıyla ortaya çıkan gerçeklikler çok çeşitli ve her biri ayrı yazılar gerektiriyor. Fakat ben bu yazıda nedenle Kızılay ve onu rezilleştiren neoliberalizmi anlatmakla yetineceğim.

Bütün toplum Kızılay’ı; salgında, selde, depremde hastalıkta bize uzanan, uzanacağından emin olduğumuz en büyük yardım kuruluşu diye bilirdik, derken insanlar, onu yanlarında hiç göremediklerini fark ettiler. Deprem, sel ya da başka bir afet anında “kırmızı ay” amblemiyle az cok Kızılay çadırları görürdü insanlar. Eksi derecelerde kar ve yağmur altında o çadırdan da olmak inanılır gibi değildi en başta. Osmanlı atalarıyla pek övünen, onun sadaka iaşe kültürünü sürdüren Hilal-i Ahmarcı iktidarın elinde 20 yılda Kızılay bitmiş! TSK’nın yıllardır Kürt hareketiyle sürdürdüğü savaştan bildiğimiz onca imkanla deprem bölgesinde görünmemesinin şokundan daha ağır bir şoktu bu! Biri yara saran, biri savaş aracıydı. Daha sarsıcı olan elbet birincinin hali pür melaliydi elbet. Hele de benim gibi, liseli gençliğini “yardımcı, dayanışmacı, ihtiyaç olan yere ulaşan Kızılay” için çalışanlara daha da şoktu. Dünyanın “sosyal-sınıfsal” bilgisine ulaşmadığımız o yıllarda ne güzel duygular ve umutlarla Kızılay’a, “herkes için herkesten” şiarıyla aylık aidat toplardık. Formamızı süsleyen ay’lı yaka iğnemiz de çok ayırt ediciydi, açıkçası; gurula taşırdık. Ne masum sosyal sorumluluk propagandası yapardık, her topladığımız kuruşun ne büyük dertlere derman olacağına inanırdık! Herkese yardım etmeye yanaşmayan zengin arkadaşlara ne de kızardık! Üç yıl tamı tamına Kızılay’a çalıştım ben! Son yılımızda dar gelirli öğretmen kızı Şükran ile dar gelirli uzman çavuş kızı ben, o yüce amaç için didindikleri halleriyle gözlerimin önünde. Özün özeti; Kızılay liseli sosyal gençliğimdir bir bakıma. Üstelik Milli Eğitim’den aldığım -ama gidemediğim- ödül de, bir Kızılay kampında on günlük tatil hakkıydı. Nasıl unutursunuz siz olsanız...

Sonra sonra bizi inandırdıkları ve sattıkları hayallerin sahteliğini öğrenmeye başlayacaktık. Kızılay sağlık merkezlerine, paralı sağlığın ilk basamakları olarak gittiğimiz de olacaktı, Kan Bankası’nın bağış toplarken kan sattığını da bilir olmuştu, işimiz de düşmüştür oraya. Kızılay’ın yolsuzlukları ve soygunları yeni değildi yani. Kızılay Meydanına adını vermiş bu yapı, asalaklığın, arpalığın dik alası görkemli binayla meydanı işgal gölge de olmuştu çoktan. Bizim o karınca misali çabamızın ve devede kulak aidatlarımızın arpalık olduğunu da öğrenmiştik elbet. Olsun, biz de toplumsal düşünmeyi, toplum için çalışmayı öğrenmiştik ya, bu kazancımızdı. Bizimki buydu ama Kızılay tepelerinin, iktidarlarının kazançları özelleşerek çok büyümüştü. Yine de bu kadarı da beklemezdi.. Kızılay, elindeki çadırları deprem yerine yardıma koşanlara parayla satmış! Bu büyük depremin felakete dönüşmesinin ortaklarından olmuş. Okçular otağı AFAD’la birlikte halkın emeğinden çalınanlarla oluşmuş kaynakları birbirine parayla satar, kullanırlarmış! Yayıncılıkta kitap kağıt dizgi şirketleri eliyle vergiden düşürülecek kalemler yaratmayı öğretmeye çalışan üçkağıtçı genç geldi aklıma. Bunların yaptığı bunun hakiki ve çaplısı hırsızlığın.

VE NEOLİBERALİZM

Peki bu nasıl oldu, özel olarak Türkiye’de? 30-35 yıl öncesine gidelim. İmza daha erken atılmıştı malum; İMF ile stand by anlaşması namlı sıkı para politikaları. İmzayı atan da “en naif burjuva” Ecevit ve hükümeti. Sonra onu uygulayacak askeri darbe – Şili’deki gibi- 12 Eylül’de postal ve silah şakırtılarıyla tepedeki yerini almıştı. Bu politikaya göre kamusal kaynaklar özelleştirilecekti. Öyle başladı, hatırlayalım. 90’ların ilk yıllarında Belediye işçilerinin direnişlerinden hatırlayalım. Belediye hizmetleri kalem kalem özelleştiriliyor, Belediyelerin adıyla AŞ’ler kuruluyor, işçileri kapı dışarı edilip, taşeron firmaların güvezcesiz, sendikasız yeni işçileri alınıyordu. Madenler de aynı yoldan parçalanıyor, eski işçiler kovuluyor, onlar direnirken yeniş taşeron şirketler eskinin bütün güvencelerini ve güvenlerini yok ederek işbaşı yapıyordu. Bu süreçlerde direnişlerde tazminatlarını alabilen işçilerin esnaflaşma, küçük atölyeler kurma süreçlerini de unutmayalım; çünkü yeni ekonomi politikalar, mevcut insanlığı emeği ve hayatlarıyla parçalayıp, eritip ve hattizatında yok etmeye, yenine özel sermayeli kuralsızlıklar dünyası kurmaya endeksliydi. SEKA, Sümerbank ve daha bir kamu iktisadı teşkilatının başına gelenleri hatırlayalım. 1995’te Kürtlerle savaş hükümetinin başbakanı, ekonomik yıkım savaşımın başındaki kişiydi. 5 Şubat Kararları adıyla yeni bir İMF programı ilan etmiş, sonucu açıklarken de; “son sosyalist devleti tasfiye ettik!” diye global sermayenin zaferini müjdelemişti. Dünyanın sosyalist bilinen ülkeleri ve devletleri zaten yıkılmıştı. Demek ki Türkiye de baya bir kamusal ekonomi ve tabii buna paralel “sosyal devlet” örüntüsü varmış!

İşte bugünkü Kızılay ve AFAD’lara böyle geldik. Telekom’u nasıl ki kapatıp önce sattılar, sonra adam iflas edince tekrar daha yüksek parayla geri aldılar. Nasıl ki hazine malı araziler, meralar ve ormanlar, hatta saraylar yerli özel ve uluslararası şirketlere satıldı öyle. Ha bu arada genel olarak eğitimi özelleştirdiler, devlet üniversitelerini de şirketleştirdiklerini, paralı sağlığın basamaklarından, tıp fakültesi hastanelerinde şirketleşmeler yanında döner sermaye sistemi kurduklarını, buradan profesöründen en alt çalışanlarına nema sistemi yarattıklarını da atlamayalım; çünkü bunların hepsi birbiriyle iç içe uyumlu uyumsuz birlikte yürüdü-. Kızılay’ın da bugün itibarıyla 12 şirket sahibi olduğu, hepsinin başlarında başkan diye neoliberalist ceoları ve ceo yardımcıları olduğu; ki bunların milyonluk maaşları olur, çadır üretim şirketi çadır üretiyor, bunları AFAD’a ya da daha ortaya dökülmemiş nice devlet dayanaklı kuruma-mesela SADAT mı- ciro ediyor, yurt içinde ya da yurt dışında isteyen herkese, hem de amblemlerini işleyerek satıyor! Depreme koşup giden Ahbap, ayazda kalan depremzedelere verebilmek için Kızılay’dan çadır almak zorunda kalıyor. Sadece 2050 çadır bulunuyor! Ama Kızılay’ın Çadır fabrikası günde 1000 adet çadır üretebiliyor! Gerisi mi, ihraç! Adının aksine uluslararası tekstil, turizm ve ticaret şirketi! Zaten Özal programının şirketleşme seçenekleri de bu üç “T” değil miydi? Evet aynen öyle “TTT” idi. Konteyner fabrikası da öyle. Doğrusu ben, sağlık şirketlerini bir de maden suyu şirketlerini biliyordum bugüne kadar. Benim gibi bu alanın cahili de çoktur ya yaşadığımız dünyayı ve Türkiye’yi az çok bilinçle algılayıp öyle değerlendirebilmekle gerçeğin merkezine doğru yürüyebiliyoruz. Buna da şükür!

Bir son söz gerekirse sevgili okur; gerçeği kavramak, onu değiştirmek için; nereden başlayıp nereye varacağını çözmek için ilk adımdır. Ortada dünyayı bir yüz yıldır savaşlarla yakıp yıkan, neoliberalizm programıyla tükenme noktasına getiren, doğal afetleri felakete dönüştüren, insani bütün değerleri iğdiş eden, insan ve emeğin yüzyılların birikimini pula çeviren, giyinmez zorunda kaldığı “sosyal” elbisesini fırlatıp atan vahşi devletleriyle tepemizde tepinen iktidarları alaşağı etmeliyiz. Onlar yok oluşu getirmeden onları devirecek insan emeğine, etkinliğine ihtiyaç çok acil. Devrim yoluyla olur bu diyeceğim, siz de öyle diyeceksiniz elbet. Ama devrim kendi yasalarının bilinci ve bilgisiyle gerçek olur. Eksiğimiz gediğimiz neyse onun çetelesini artıya çevirmekte gecikmemeliyiz. İçinde bulunduğumuz düzen her açıdan kaosta, o kaostan bugünkü iktidarı siyaseten bitirmenin yol ve yordamında buluşmak, atılacak ilk adım bence. Bütün halk, sol ve devrimci güçler deprem yerlerine ilk giden, canları pahasına her sorunu çözmeye koştu. Günler geceler öfke ve talep yükseldi ama ilk “Hükümet İstifa!” sloganı 20 gün sonra iki büyük takımın futbol maçlarında duyuldu! Bu bir derstir. Halkın birikmiş olan öfkesi, hayatta kalanların çaresizce çırpınışı, cenazelerine ulaşamamaları, yem torbalarından kefen yapmaları, yaşıyoar olmanın ağırlığı; unutturulamaz acılar. Acıyı güce dönüştürmek böyle zamanların sözü olmalı. Depremzedelerin yardımına gider gibi sakınmasızca düzenin ve iktidarın üstüne gidecek direniş hamlelerini, birliklerini, örgütlerini öngörüp gerçekleştirmek anı, fırsatı önümüzde.

Belki de hepsinin başında birleşik hareket olmak geliyor. Kuşkusuz herkesin kendi çadırı, kendi amblemiyle olmanın bir anlamı var bugünkü dar dünyamızda. Ama biz enginlere açılmalıyız. İşte orada kolektif emek gibi, kolektif akıl gibi, kolektif işleyiş gibi değerlerimiz var. Ve zaten tamamlanması gereken ittifaklarımız var. Ve zaten aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri yapıyoruz tek tek ya da az çok birlikte. Daha büyükleri bu çürümüş düzenin ve kokuşmuş iktidarın hakkıdır.