Ama olmadı işte. Kabul et, hiçbirimizin gidişi seninki gibi olmadı. Sen nasıl yorulduysan artık, tuttun çok uzaklara gittin, hiç dönmemek üzere.

BİR ANNE ÖLÜR MÜ HİÇ

Sen gideli ne kadar zaman oldu, biliyor musun? 

Saat saat, gün gün, yıl yıl biliyorum. Biliyorum ama bilmek istemiyorum anne. Bilmemezlikten geliyorum anlayacağın. Her geçen gün sen varmışsın gibi yaşayıp gidiyorum, fakat senin olduğun o zamanlardan adım adım uzaklaştığımı bilerek. Nerden biliyorsun diye soracaksın, olsaydın, biliyorum mutlaka sorardın. Artık ellerinin başımın üzerinden gezmediği, senin kokunu almadığım, sesini duymadığım, seni gülerken görmediğim günden beri biliyorum anne. Yoksa bilmezlikten gelir, sen varmışsın gibi yaşar giderdim, düşe kalka. Düşünce kalkmasına kalkıyorum ama sen varken gibi değil. Dizlerim daha da çok acıyor, yarası bir türlü iyileşmek bilmiyor. Hele kalbimde açılan yaralar ne kapanmak biliyor ne boşluğu doluyor ne de kabuk bağlıyor. Kabuk bağlasa ne olacak, kabuğu dahi kanadıktan sonra. Çocukluğumdan beri senin yükünü hafifletmek için sana yoldaşlık ediyorum gücümün yettiği kadar. Ne kadarını yapabildim bilemiyorum. Ama aramızda kalsın anne; yaşıtlarımla oyun oynamayı, koşuşturmayı, üstüm başım pislik içinde kalana kadar toza bulanmayı, acıktığımı dahi unutacak kadar evin yolunu unutmayı çok istiyordum. Sana da kıyamazdım. Arkadaşlarımın, evlerin arasındaki koşuşturmalarında asılı kalırdı gözlerim. Kaçamak bakışlar atar, onlarla oyun oynamayı şu bitmek bilmeyen ev işlerine tercih ederdim. Senden habersiz böyle isteklerim olurdu. Oyun oynamaya hiç gitmedim diyemem. Sana haksızlık edemem. Arada bir izin verirdin. Eee çocukluk işte, kendimi öyle kaptırırdım ki, hızla akıp giden saatten bîhaber, ordan oraya koşup dururdum. İzni de koparmışım, kimin aklına gelir evin yolu. Senin sesini duyup zılgıtı yiyene kadar. 

Sana hiç kızmadım anne bunu biliyorsun. Yükün öyle çoktu ki, yüklendiğin sorumluluk öyle ağırdı ki, senin de nazın banaydı. Olsan yine yaparım anne, hiç üşenmeden, yorulmadan... 

Yanlış olan neydi biliyor musun anne?

Sana da öğretilen buydu. Annen de ona öğretileni aktarabilmişti sana. Çok küçük yaşta evlenip, o kadar çocuk doğurup, hayatın bütün çilesini çekmek değildi senin görevin. Kendini yaşamak, yaşatmak gibi bir görevin de vardı kendine karşı. Ama bizler istemeden de olsa senin yaşamak istediklerinin önüne geçtik belki de.

Kim bilir.

Belki de farkına varamayacak kadar kendinden vazgeçmeyi öğrettiler, dayattılar sana.

Tüm çocukluklarıma rağmen seni çok yormadım umarım. En azından öyle bilmek, buna inanmak istiyorum. Yoksa art arda doğurduğun o kadar çocuğa bakmak, onları doyurmak, büyütmek, okutmak, her şeyiyle ilgilenmek nasıl kolay olabilir, nasıl yormamış olabilir ki seni? Canından can almışız da sen sabretmişsin, katlanmışsın, kendinden vazgeçmişsindir, biliyorum. Ben daha senin bilmediğin çok şeyler biliyorum anne, hem de çok şeyler. Bizim için tırnaklarını kalbine nasıl da geçirdiğini, nelerden vazgeçtiğini, nasıl da ağlayıp, güldüğünü, fedekarlıklar yaptığını, kahrolduğunu, sustuğunu, yüzündeki çizgilerin, ellerindeki nasırın sebebi olduğumuzu çok iyi biliyorum.

Daha neler neler biliyorum...

Konuşturma şimdi beni anne. Sesim içime kaçıyor, boğazımda düğümleniyor, nefes dahi alamıyorum. Kolay mı bunca çocuğu doğurup büyütmek, onların derdiyle bin parçaya bölünmek, yine de onları çıkarsız, sonsuz bir duyguyla sevmek, sarıp sarmalamak...

Hiç kolay değil. Sadece senin yapabileceğin, başarabileceğin şeydi bu. 

Evet anne, hiç kolay olmamıştır senin için ama yine de hiç vazgeçmeden ömrünü ömrümüze kattın. Ne diyeyim anne, seni çok sevmek ve şimdi de çok özlemek dışında elimden hiçbir şey gelmiyor. Büyüyüp de yükünü biraz daha hafifletmek dışında ne yapabilirdim bilmiyorum. O amansız hastalık seni bizden aldığında keşke senin ömrüne ömür katabilmenin bir yolu olsaydı diyorum hep. Ama olmadı, yapamadım, yapamadık.

Yapardım, biliyorsun anne, hiç düşünmeden yapardım.

Seninle ayrılığımız kısa kısa oldu hep. Ortaokul'a kaydım yapıldığı zaman altı ay boyunca yanımızda olamamıştın. Senin geldiğin günü dün gibi hatırlıyorum. Okuldan çıkıp eve dönüş yoluna girdiğimde içim içime sığmadı o gün. Nasıl da uzun gelmişti o yol. Oysa her gün gidip geldiğim yoldu. İleriye değil de geriye doğruydu sanki adımlarım. Yol boyunca yalnızlığımızın, kimsesizliğimizin senin gelişinle nasıl da sona erdiğini düşündüm durdum. Sen yokken büyümek çok yorucuydu. (Aramızda kalsın anne, bütün yemekleri Erdal abim yapıyordu ve evin bütün yükü ondaydı, kabul ediyorum senin yerin hep farklı ama bize öyle iyi, güzel, ve şevkatle baktı ki... O yüzden gözün hiç arkada kalmadı. Biliyor musun anne, onu inanılmaz özlüyorum) Neyse ki senin gelişinle yine çocukluğuma dönebildim. Daha da güvendeydik artık. Babamın da gelmesi öyleydi ama senin gelişin apayrı bir duyguydu anne. Babam yanındaysa ona söyleme olur mu, üzülmesin şimdi, aramızda kalsın bu konu. Zaten hep aramızda kalmıyor muydun? Ne yapsak, nereye gitmek istesek babama direk diyemezdik, bütün yükü sana yüklerdik, sen derdin babama, sorumluluğunu da sen göğüslerdin.

Üniversiteyi okuduğum yıllarda seni onca yükün altında bırakmanın üzüntüsünü çok yaşadım anne. Sınavlarım biter bitmez sana doğru koşmamın sebebi de buydu. Sana her döndüğümde daha da büyüyordum ve büyürken çocuklaşıyordum yanında. Senin de endişelerin büyüyordu haliyle, biliyorum. 

Olur ya, hepimiz bir gün çıkıp gidecektik mutlaka. 

Sol yanın boş kalmasın diye çok mücadele ettim kendimle, bilesin anne.

Ama olmadı işte.

Kabul et, hiçbirimizin gidişi seninki gibi olmadı. Sen nasıl yorulduysan artık, tuttun çok uzaklara gittin, hiç dönmemek üzere.

Ama bu hiç olmadı anne, hiç olmadı...

Gidişinin üzerinden ne kadar zaman geçti biliyor musun anne?

Kaç yıl oldu yaşadığımız o eve uğramayalı, evin bahçesinde oturmayalı, küçük odasında kahvaltı yapmayalı, balkonunda çay içmeyeli, yemek yemeyeli. Babamla saatlerce yaptığın o hararetli sohbetleri duymayalı, seni kızdırmayalı, güldürmeyeli... Senin canın yanarken canımın nasıl da yandığını, son aylarda "bana sesiniz gelsin yeter" diyerek sessizliğe nasıl da gömüldüğünü görmeyeli, senin çocuk benim ise anne olduğum o sancılı zamanlardan geçeli kaç yıl oldu biliyor musun? Ellerine kırmızı eldivenlerimi takıp dışarıya çıkmayalı...

En küçük şeylerde dahi mutlu olan kadın, sen annem, gidişinin üzerinden ne kadar zaman geçti biliyor musun?

Biraz daha uyuyayım diye beni uyandırmayalı, üşümeyeyim diye üzerimi sıkı sıkıya örtmeyeli kaç yıl oldu?.. Sana ızdırap olan o Pazartesi pazarına beraber gitmeyeli...

Kaç yıl oldu adını çağırmayalı, sana takılmayalı, anne demeyeli, beyaz yazmalı başını öpmeyeli. Komşu, eş-dost-tanıdık sana selam gönderdi demeyeli? Kaç yıl oldu senin oturduğun o kanepede oturmayalı, senin uyuduğun odanın kapısını açmayalı.  Çiçeklerini, domateslerini, biberlerini suladığın o bahçeye inmeyeli... Pencerenin önünde, elini çenene dayayıp için kan ağlayarak oğlunu beklemeyi bırakalı kaç yıl oldu anne?

Kaç yıl, kaç ay, kaç gün, kaç saat, kaç mevsim...

Bu arada unutmadan; Kemal Sunal'ın filmlerini izlerken attığın kahkahalarını inanılmaz özlüyorum anne ve en çok sevdiğim şeyi de, başından kocaman öpmeyi...

Unuttum sanma; en önemli konuyu sona bıraktım, yolunu gözleyerek ömrünü çürüttüğün oğlun, canımız, Erdal'ın, birkaç ay sonra çıkıyor ve hepimiz geçerken ordan, seni ve babamı da alarak karşılamaya gideceğiz onu, haberin olsun...

Sonra haberim yoktu deme.

Mutluluğumu dudağımda yarım bir tebessüme teslim eden de bu. Çocukların hıçkırıklarındaki tutsak gibiyim...

Yaa! görüyorsun anne, kaç yaşında olursak olalım annesiz kalan herkes savunmasız bir çocuk gibidir...

Gidişinin ardından yine büyümek zorunda kaldım ama. 

En azından herkes öyle biliyor.

Sana bir sır vereyim mi anne, içimdeki o çocuk bıraktığın yerde duruyor hâlâ...

Senden çok şeyler taşıyorum miras olarak, merak etme iyi bakıyorum bendeki sana. Giderek artan kötülüğe rağmen inadına senden aldıklarıma sarılıyorum ve onları gözümün nuru gibi koruyorum ve yüreğimde büyütüyorum.

Şunu da unutmadan kulağına fısıldıyayım;

Kemal Sunal'ın filmlerini, seni izlerken ki gülümsememle, izlemeye devam ediyorum hâlâ... Filmin sonuna kadar kahkahalarımız akıp gidiyor. Kimseyi rahatsız etmiş olmasak bari...

Neyse anne, sana söyleyeceğim o kadar çok şey var ki daha. Başka bir zamana artık..

Yani anlayacağın anne;

Canımın gittiğini, senin sesini artık duymadığımda anladım.

Şimdi, cevabı olmayan tek bir soru kaldı bende.

Belki sen cevabını verirsin bana.

Bir anne, ölür mü hiç?

Anneler günün kutlu olsun...

Zarif LAÇİN