KADIN, KADIN SÖYLE NEDİR SENİN GÖBEK ADIN? (ŞİDDET)

Bundan en fazla on yıl önce 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nden pek az kimsenin haberi vardı. Hele emekçi kadınların hemen hiç haberi yoktu diyebilirim. Oysa 25 Kasım 1960′ta Dominik Cumhuriyeti faşist diktatörlüğü tarafından tecavüz edilerek öldürülen Mirabel kardeşlerin katledildiği gündü. Kadına yönelik şiddete hayır diyen demokratik kadın hareketlerinin öncülüğünde başlayan bir dizi mücadele sonucu 39 yıl sonra 1999 da Birleşmiş Milletler 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul etti.

Kadınların şiddete karşı bir kazanımı, binlerce yıllık insanlık tarihinde ancak vahşi bir katliamın ardından elde edilebilmişti. Elbette ki yine sınıflı toplumların hiç değişmeyen bir gerçekliği olarak kadınlara yönelik şiddet, her biçimiyle uygulanmaya devam etti. Kâğıdın mürekkebi kurudu, kadınların kanı kurumadı. Bu gün hala gazetelerin 3. sayfa haberleri kadına yönelik şiddet haberleriyle doldurulmaya devam ediliyor.

Kadının göbek adının şiddet olma hali, ülkemizde de geçerliliğini sürdürdü. Cinsel, fiziksel, duygusal şiddet, kadınların yaşamından bir an bile eksilmedi. Dahası bu hep gizli kaldı. Kadınların yaşamını kâbusa çeviren aile içi şiddet için “kutsal aile” söylemine sarınıldı. “Karı koca arasına girilmez”di! Sırt sırta emekçi evlerinden yükselen kadın çığlıklarını kadınlar bile duymazlıktan, yüzü gözü şişmiş komşularını, akrabalarını, hatta kendi evlatlarını görmezlikten geldiler. “Kutsal aile” korunmalıydı!

Gözaltında taciz ve tecavüz, devrimci, ilerici, demokrat kadınlara yönelik saldırı silahlardan biriydi hep. Savaşlarda kadınlara ganimet gözüyle bakıldı. IŞİD’li çeteler girdikleri her kasabada kadınları köle pazarlarında satılmak üzere esir etmesinden tutunda Bosna’da 50 bin kadının toplu tecavüzlerden geçirilmesine kadın cinsi savaş tahribatını en derinden yaşayan cins oldu.

Cinsel şiddet, 3. sayfa haberi sayıldı. Tek tek kişiler arası bir sorun olarak görüldü. Şöyle bir okundu, geçildi. Yasalar ve toplumsal kurallar tecavüze uğrayanı değil tecavüz edeni koruduğundan, kadına karşı şiddet toplumsal bir suç olarak görülmediğinden, kadınlar uğradıkları saldırıyı şikâyet etmekten hep kaçındılar. 12-13 yaşında çocuklara tecavüz edilen insafsız şehirler, bu alçakça sırrı yıllarca sakladılar.

Sınıflı toplumun kahrolası dili de kadını ezdi, saldırının bir aracı oldu. Dünyanın bütün dillerinde küfürler kadın cinselliği üzerinden edildi. Bir başarı elde ettiğinde bu “kadın olmasına rağmen”di. Hata yaptığında ise “kadın olduğuna” vurgu yapılması doğal sayılırdı. Bu gerçeklik değişti mi? Elbette Hayır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile kadına karşı şiddet hükmünü yürütmeye devam ediyor. Yasaların detaylandırılması, cezaların ağırlaştırılması bu durumu ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Peki değişen hiçbir şey yok mu? Elbette Var! Kadına karşı şiddet, cinsel-sınıfsal baskı ve sömürü, yok sayma ve edilgenleştirme, artık toplumsal bir suç olarak görülmeye başlandı. Binlerce yıldır ev hizmetine koşulmuş iken kapitalizmle birlikte üretime katılan, sınıf mücadelesi ile yüz yüze gelen emekçi kadınlar sorgulamaya, başkaldırmaya ve koşullarını değiştirmeye başladılar.

Cin şişeden bir daha girmemek üzere çıktı. Şimdi ülkemizde de yaşanan budur. Kadınla erkek arasındaki: Kadının kimi yasal hak ve kazanımlarına karşın bunları kullanamayacak derecede edilgen yetiştirildiği, eğitimden yoksun bırakıldığı, yüzünü bile görmediği, tanımadığı biriyle evlendirildiği ve hiçbir güvencesi olmadığı için ömür boyu buna mahkûm kaldığı, çocuk yapmakla yükümlü olduğu, dünyadan bihaber ev yükünü sırtladığı, sokağa izinle ve merasimle çıktığı… Zamanlar artık geride kalıyor.

Kapitalizm, kadınların çalışma özgürlüğüne kapıyı açarken, emekçi kadının şahsında kendi mezarını derinleştiriyor. Bugün ülkemizde kadınların ancak dörtte biri çalışıyor. Gitgide daha fazlasına da esnek, yarı zamanlı, güvencesiz işlerin “kapısı” açılıyor. Kapitalizm ve onun ayakta tuttuğu erkek egemenliği yerli yerinde dururken, kadınların kuzu sessizliği üzerine kurulu eski sıcak aile yuvası çatırdıyor. Emekçi kadınlar sınıf mücadelesinin, erkek egemenliğine karşı mücadelenin tozunu yutmaya başlıyorlar.

Ölüyorlar, hayır, öldürülüyorlar. Bir avuç özgürlük için öldürülüyorlar. Ama “rakamlara” dönüşmüyorlar! Arkalarında cinsel-sınıfsal baskı ve sömürüye karşı, şiddete karşı öfkeyi çığ gibi büyütüyorlar.

Zamane egemenleri kadınların özgürlüğünü tanıdığını söylüyor. Onlar için projeler üretiyor. Bu projelerin hiçbirinde emekçi kadınların kurtuluşu yok. “Kararınca özgürlük” var. Onlar bilmiyorlar ki özgürlüğün “fazlası” diye bir şey yoktur. İşçi sınıfı, emekçi kadınlar, ancak kadın ve erkeğin eşit olduğu yeni bir yaşamı kurarak ve onun uğrunda savaşarak özgür olabilirler, kazanımlarına yenilerini ekleyebilirler.

Usumuzdan çıkartmamamız gereken düstur; kadınların her özgürlük adımının arkasında durarak ve bu yolda kendimizle de savaşarak biz erkekler, erkek işçiler özgür olabileceğimiz gerçekliğidir. Bir bütün olarak toplum, ancak kendi yarısını yokluğa ve azaba mahkûm etmeye son vererek barbarlıktan çıkabilir. Ve özgürlük dünyasına da ancak böyle kadınıyla erkeğiyle el ele yürüyebilir.

Göksel Rıza ÖZKAN

Eğitim Emekçisi