“Kıskançlıktan kaynaklı şiddetin mikro faşizm alanlarına doğru çullanma riski, post-toplum biçimleriyle birlikte kibar formlarla yükselmektedir. Kıskançlığın şiddetinden faşizme giden basitliğin risklerini dikkate almak gerek.”

Kıskançlığın Şiddeti

 

Genel anlamda duygusal ve zihinsel bozukluğa indirgenen ve basit bir olgu olarak geçiştirilen kıskançlığın toplumsal, siyasal ve kültürel yaşantımızın üzerindeki etkilerinin yeterince tartışıldığını söyleyemeyiz. Aslında tarihsel ve sosyolojik bir vaka olarak kıskançlık, sosyal biliminin üzerinde duracağı temel çalışma alanlarından biri olarak uzun uzun analiz edilmeyi hak etmektedir. Bu yazıda kıskançlığın insan ve toplum bedenine yaydığı şiddeti ve bu şiddettin etki alanını irdelemeye çalışacağız.

 

Bir Şiddet Biçimi Olarak Kıskançlık

Modernite ile birlikte yaşantımızın her anında şiddetin farklı biçimlerine maruz kalmaktayız; zira Modernite tüm yapısallıklarıyla (devlet, kapitalizm, endüstriyalizm, militarizm)  şiddet üreten ve şiddet ile ayakta kalan bir düzenektir. Modernite ile yüzleşmek ise bireyi ve toplumu şiddet ile doğrudan ve dolaylı yollarla yüzleşmeyi içeren zorunlu bir teori ve pratiğe davet eder. Modernite ile yüzleşmeye yanaşmayan modern birey ve toplumlar, şiddet ile uyumlu bir şekilde icad edilen düzeneğe rıza göstererek yaşamını sürdürür.

Her siyasal düzen tüm teçhizatlarını, maddi-manevi donatımlarını icat ettiği ve yenilediği oranda ayakta kalabilir. Modernite maddi ve manevi donatımlarını üretip tüketirken, toplumsal yapıda ilerleme ve gelişme gibi dinamik düzeneklerin etkisiyle rekabet, gerilim, savaş hali, yenme-yenilme durumu, fethetme, ele geçirme arzusunu hayatın her alanında devreye koyar. Tüm bunlar toplumda kesintisiz bir şekilde şiddet türlerini üretir. Kıskançlık, bireyde ve toplumda içsel bir motivasyon yaratarak modern ve post modern düzeneklerin ürettiği şiddete ayar veren bir işlev üstlenir. Başka bir söylemle ifade edersek, kıskançlık, bireylerde ve toplumlarda çoklu şiddet üreten bir düzeneğe ruh verir.  

Ancak kıskançlığın şiddeti salt modernite ile sınırlandırılmayacak kadar, Braudel’ci tarih bağlamında “uzun dönem” tarihine sahiptir. Şiddet pratiklerinin tarihsel arka planına bakıldığında görünmeyen formların içinde kamufle olan kıskançlık, bireylerin ve yapıların politik, ekonomik ve kültürel davranışlarına doğrudan etkide bulunan önemli bir değişkendir. İbn-i Haldun Asabiyet Teorisi çalışmalarında “fitne” olaylarını incelerken, duygular ekonomisini ciddiye alarak, kıskançlığın, dönemin grupları arasında başlayan savaşların en önemli iki nedeninden biri olduğunu söyler. Ha keza üç Semavi dinde geçen Habil’in kardeşi Kabil tarafından katledilmesinin kıskançlığa dayandırılması kutsal kitaplardan öylesine aktarılmış sıradan bir hadise değildir; ibretliktir, derslerle dolu trajik bir mitostur.

Habil-Kabil mitosundan ve reelde karşılaştığımız toplumsal örneklerden hareketle kıskançlığın fiziki ve sembolik şiddet ile doğrudan bağlantılı olduğu kesindir. Hele ki temas ettiği zemin politika ise şiddetin coğrafyası fazlasıyla genişlemektedir. Şunu ifade etmek istiyoruz: Şiddetin oluşumunda kıskançlığın payı göz ardı edilemeyecek kadar hayati ve tarihsel bir olgudur. Bu hayatilik güncellenerek konumlandırılır; ve bu tarihsellik salt modernite ile sınırlı değildir.

Bir İktidarlaşma Biçimi Olarak Kıskançlık

Çoklu kıskançlık pratikleri, her tarihsel dönemde, güncel ve popüler bir mesele olan bireyin ve toplumların iktidar arzusu ile tartışılmayı hak etmektedir. Kıskançlık, gündelik insan ilişkilerine indirgenip masumlaştırılmış-normalleştirilmiş insani bir duygu-refleks olarak bizlere sunulmuş olsa da aslında iktidar mefhumunun mikro-makro biçimleriyle bağlantılarını tartışmaya dahil ettiğimiz oranda daha geniş, etkili ve sonuçları bakımından yıkıcı bir hinterlanda sahip olduğunu da görmüş olacağız.

O halde kimi çıkarımlarda bulunabiliriz. Öncelikle özünde radikal bir iktidar arzusunu içeren kıskançlık mefhumunun esasında politik bir kavram olduğunu teyit edelim; politik olan her şey ise tarihseldir, rekabetçidir, hegemondur, iktidarı içerir, kanlıdır, ayartıcıdır, çirkinliğe eğilimlidir, zehirli bir mikrop gibi bireyi ve toplumu içerden sarıp çürütme potansiyeline sahiptir. Kıskançlığın aurası dışa yönlendirilmez ise sınır tanımaz, dost dinlemez, yoldaş bilmez, kardeşi bile kanatır, yabani hayvanlara yem eder. Ölçüsüz, ahlaksız bir hastalığa dönüşür; bireyi köreltir, isyankar hale getirir, asalaklaştırır, aptallaştırır, sağırlaştırır ve sefil bir hale sokar.  

 

Kıskançlığın iktidar ve politika ile bağlantıları yapısaldır ve her yapısallık bir politik arka plana sırtını dayar. Politik olan, şayet toplumsal ahlak ile desteklenmezse amaçsız, ölçüsüz bir rekabet ve düşmanlık üretir. Rekabet veya düşmanlık örtülü ve açık gerilim hatlarını canlı tutarak kişiyi zaman içinde itibarsızlaştırır, yapıya, geleceğe, yola zarar verir. Kolektivizme düşman olan rekabetçi ruh kıskanç olmak zorundadır; ancak rekabetin her hangi bir ölçü tanımadığı yerde kıskançlığın korkunç sonuçları olabilir. Rekabetten kaynağını alan kıskançlık, doğru çözümlemelerle önlem alınmadığında, kibarlaştırılmış şiddet oyunlarıyla başlayıp zaman içinde çıplak şiddet pratiklerine dönüşmesi kaçınılmazdır.

İç Kıskançlığın Tehlikeli Öfkesi

Genellikle kıskançlığın altında başkasının sahip olduklarına veya başardıklarına sahip olamamanın getirdiği bir öfke vardır; fakat bu öfke ezilen birey ve toplumun devrimci ve toplumcu öfkesiyle karıştırılmamalıdır. Devrimci öfke direnişle birlikte anlam kazanır. Direnişin canlı olduğu yerlerde kıskançlık verimli toprak bulamaz; direnişin eksildiği yerde ise beden irin toplar. Bu irinin temel gıdalarından biri iç kıskançlıktır. İç kıskançlık iktidar hırsıyla yatıp kalkan kişide tehlikeli bir motivasyon yaratır. Dışarıya tahliye edilemeyen iç kıskançlığın öfkesi, içerden bedeni çürütür, toplumu yozlaştırır. Bahsedilen iç kıskançlığın aurasıyla kişileştirilmiş öfkenin ürettiği şiddet, zamanla iyileştirilmezse kişiyi direnişten koparır, çürütür, lümpenleştirir, yabancılaştırır, iptal eder.

Bu tip öfke biçimlerinin iktidar alanlarını hedeflemesi ile motive olduğu bilinmektedir. Haliyle mikro ve makro iktidar adacıklarında belirlenen oyunun kuralarına biat ederek kendisine biçilen rolü yerine getirmeyi hedefe gitmede bir aşama olarak görür. O esnada geminin su almasının, kayalıklara doğru gitmesinin hiçbir önemi yoktur. İnisiyatif almaz, eleştirmez, içerde risk almaz. “İç kıskançlık” hastalığına tutulan birey, hedefine yakın olduğu ölçüde itaatkardır, toplumcu görünür, kolektivizmin en büyük ajitasyoncusudur; belirlenen hedefe kendisinden biraz daha fazla yaklaşan bireye karşı ise –ki bu kardeşi bile olsa, cinsiyet fark etmeksizin- sinsidir, plancıdır, tuzakçıdır. Düşmana kurması gereken tüm tuzakları içerde kendisine rakip olarak gördüğü kardeşe, yoldaşa, dosta, arkadaşa kurar. Onun için artık dışarıdaki düşman unutulmuştur. Hakikat, dava, ideoloji, itibar bu esnada hiç önemli değildir. Önemli olan içerde kendisine düşman olarak gördüklerinin bir an önce tasfiye edilmesidir.

Bu kirli savaşta bir başkasını takdir etmeyi, alkışlamayı, onore etmeyi asla düşünmez; zira rakip olarak gördüğü bireylere bu tür olumlu sinyaller vermek, acemice tavizler olabilir. Bunları yaptığında büyük kaybedeceğini düşünür; çünkü bencildir, tüm hesapları kendi planları doğrultusunda organize etmiştir. Genişlemeden yana değildir, dardır. İlk toplumlardan post-toplumlara bu birey tipi kabuk değiştirerek ama aynı motivasyonla adeta beyninde bir urla yaşayarak günümüze kadar gelmiştir.

               

Tek bir hedefi yaşamın merkezine alır; bu nedenle bu tür birey ve yapılar tekçidir, grupçudur, çoğulculuğun düşmanıdır ve bütün yaşamı bu tek hedefe kurban edecek kadar gözü karadır. Yaşamın tüm zenginlikleri tekleştirilmiş hedef için araçsallaştırılmıştır. Hedefe ulaşılamadığında ise kişi çıldırıp delirebilir, intihar edebilir, hayata bütünlüklü bakmayı yitirerek tarihten, toplumdan ve doğadan tamamen kopabilir. Çünkü evreni, doğayı ve toplumu bu hedefe indirgemiştir. Bu hedef onun sevgisini, dostluklarını, moral ve motivasyonunu gasp etmiştir, hedefe yakınlık ve uzaklık her şeyi belirleyen tanrısal bir motivasyona dönüşmüştür. Toplumsal hedeflerle yola çıkan kişi, kendi arzularının kurbanı oldukça iki şey ortaya çıkar. O kişi ya bir diktatöre dönüşür ya da ya da tedricen politika ve toplum dışı kalır.

Kıskançlığı Aşabilir miyiz?

 

Kıskançlıktan kaynaklı şiddetin mikro faşizm alanlarına doğru çullanma riski, post-toplum biçimleriyle birlikte kibar formlarla yükselmektedir. Kıskançlığın şiddetinden faşizme giden basitliğin risklerini dikkate almak gerek. Kıskançlığını kontrol edemeyen bireyler ve toplumlar aşağılık kompleksine teslim olur; bir yerlere yetişememenin veya ulaşamamanın ürettiği hırs ve öfke ile faşizme verimli bir alan açarlar. Bu tip demokrasi dışı öznellikler, kıskançlığın şiddeti aracılığıyla temas ettikleri her zemine bir faşist deneyim bırakır.

 

Kıskançlığın şiddetine karşı birlik olmak, dayanışmayı güçlendirmek, kolektif hikayeler etrafında yan yana gelmek; önleyici, tedavi edici politik pratiklerin başında gelmektedir. Habil- Kabil mitosunda ortaya çıktığı üzere birlikten yoksun en yakın ilişki bile -ki bu kardeşlik ilişkisi olsa bile- felaketle sonuçlanabilir. Birlik ruhu kişisel hırsların önüne geçtiğinde kıskançlık hastalığı kısmen önlenebilir. O zaman kişi bir nefes alır, sağında solunda duran insanları ayırt etmeye başlar, dostu ve düşmanı farklı yere koymayı öğrenir. Yaşadığımız gezegenin tek bir andan, tek bir arzudan, tek bir hedeften ibaret olmadığını anlar.

 

Kıskançlığın şiddetine karşı “egemenliğin paylaşımı” başvurulacak ikinci bir politik ve toplumsal tedavi pratiğidir. Gücün dağıtılması her düzeyde egemenlik paylaşımını gerektirir. Kimseyi işlevsiz bırakmamak, stratejik sirkülasyon ile herkesi konumlandırmak hayati önemdedir. Tarihsel örneklerde olduğu gibi iktidarcı kişiliklerin başkasına yaşam hakkı tanımama meselesinin arka planında her zaman bencillikten kaynağını alan güç istenci vardır. Oysa gücün dağıtıldığı her dönemde insanlık nefes alabilmiştir; gücün tek yerde biriktirildiği her dönemde ise büyük felaketler ortaya çıkmıştır.

Egemenliğin paylaşım tarihi, mikro ve makro temelde dönüp dönüp bakmamız gereken heybetli bir tarihi içerir. Bu tarihin içinde kıskançlığın kapsadığı alan irdelenmeye değerdir. Dahası kıskançlığın; paylaşım, hak, hukuk, eşitlik, adalet ve özgürlük gibi mefhumların çatısı diyebileceğimiz “demokrasi” ile birlikte irdelenmesi kaçınılmazdır. Başka bir yazıda mumla aramaya başladığımız demokrasiyi, demokrat kişiliğin ayak izlerini takip edip yazıya devam etmeyi umarak…