Her ihmalkarlık bilinçli tercihlerin tezahürüdür;başka bir deyişle ihmalkarlık anlamanın, görmenin,konuşmanın,düzeltmenin ve tamamlama arzusunun kibirli reddir.

Bu yazı bir film eleştirisinden öte sıradan bir izleyicinin film ve gerçek hayat arasında kurmak istediği bir bağlamdan ibarettir. Filmin tümüne yönelik söz kurmak veya anlatmak gibi bir derdim yok. Bu yazıda filmden hareketle medeniyetin sömürge topluluklarla kurduğu ilişki bağlamına kısmen odaklanmayı ve buradan söz kurmayı deneyeceğim.

Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üzerine” adlı filmi öncelikle son yıllarda yaşadıklarımızı travmalarıyla, öfkeleriyle, umudu ve umutsuzluğuyla, aydınlığı ve karanlığıyla, merhameti ve acımasızlığıyla, neşesi ve hüznüyle, dostluğu ve düşmanlığıyla, kabalığı ve nezaketiyle, cüretkarlığı ve mütevaziliğiyle; bize anlatmaya, izah etmeye, yaşadıklarımızı anlamlı kılmaya, anlamsız kılmaya, düşündürmeye, salıvermeye, askıda tutmaya, sorgulamaya, eleştirmeye, red etmeye ve aslında herkesi kendi vicdanıyla baş başa bırakmaya motive eden, zorlayan, sevk ve teşvik eden bir film. Biraz uzun bir giriş olsa da aslında daha fazla uzatamamanın eksikliğini yaşıyorum. Uzayan bir silsiledir hayatımız. Bilge’nin filmleri de öyle; uzun anlardan, sonsuzluktan, bitmeyen yollardan, benzer yolculardan oluşmakta. Filmi izleyenlerin ne düşündüğünü tam bilemeyiz.  Ancak izleyicilerin kahiri ekseriyetinin filmi izlerken ve sonrasında hayatlarının kılcal damarlarına uzanan çoklu hikayelerle yüzleşeceğini ön görebiliriz. Bu yönüyle filmin politik, sosyolojik ve psikolojik göndermeleri çok güçlü. 

 

Sömürgeci Mühürler

Filmin çekildiği coğrafyayı distopik bir mekan gibi sürekli izleyicinin gözüne sokarak “insan burada nasıl yaşayabilir” dedirten ve buralarda yaşayan insanların kendisine has neşesini hiçbir zaman anlamayacak olan sömürgeci arzunun tüm film boyunca zamana ve mekana serpiştirildiğini söylemek mümkün. Sömürgeleri anlatan en değme sosyalist, feminist, ekolojist anlatılarda bile her zaman bir oryantalist iz, etki, damga, mühür; bir sömürgeci sapkınlık, egemen kibir, merkez-çevre çelişkisi, köle-efendi diyalektiğinin şiddetiyle yüzleşmemek mümkün değil.

Oysa sömürgeleştirilen tüm coğrafyalar saf ve sade haliyle kendisiyle ve toplumla barışık. Buralarda doğa ve toplum uyum halinde. Medeniyetin doğayı ve toplumu uyandırma arzusu tamamen kendi huzursuzluğu ile ilgilidir. Filmin hemen başında (ki filmin başında kalan, oradan çıkamayan izleyicilerdenim) cehenneme atandığını düşünen medeniyet taşıyıcısı öğretmenin kar ve fırtınanın ortasında kaybolan yoldan köye doğru ilerlerken yaşadığı “belirsizlik” medeniyetin huzursuzluğudur. Medeniyet huzursuzluğu dayatır; medeniyeti medeniyet yapan asıl motivasyon dayatmacı, bilen, öğreten, illaki değiştirmeyi hedefleyen, yayılmacı ve asla olduğu gibi kabul etmeyen  dışsalcı ve baskın karakteridir.

Filmin bizlere kibarca hissettirdiği ve önümüze serdiği temel hakikatlerden birisi sömürgeci mühürlerdir. Burası, bizi kuru otların ötesine götürebilecek asıl hikayenin koordinatlarını vermektedir. Filmdeki sömürgeci mühürler, medeniyet ve aydınlanma formuyla kamufle edilen bir muhtevaya sahip. Bu muhteva filmde ağırlıklı olarak aydınlamanın krizini yaşayan, kafası karışık, mutsuz ve huzursuz bir karakterde yansımasını buluyor. Gerçek yaşamda olduğu gibi filmde de sömürgenin sert ve yumuşak karakterleri aynı anda yan yana gelebilmektedir. Bilindiği üzere Kürt coğrafyasına cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana medeniyet taşıyan şiddet özneleri şimdi daha şeffaf bir sömürgeciliğin taşıyıcısı konumundadır. Filmin baş karakteri bu gerçekliğin güncelleştirilmiş bir formu olarak medeniyetin yumuşatılmış kibar sömürgecisi seviyesinde bir rolü gerçekleştirmektedir. Kibarlığı sömürgeye daha rahat sızabilme stratejisine dayanmaktadır.

Medeniyet patlayarak ve dışa açılarak yayılır; içerden doğmaz; dışardan beslenir, içeriyi bölerek büyür; dışarıyı ve içeriyi şekillendirir; nihai olarak her ikisini de ele geçirir. Kimi zaman bir orduyla, kimi zaman bir okulla, kimi zaman bir fenomenle, kimi zaman bir arzu ile huzursuzluğunu mutlaka ham coğrafyalara ve toplumlara taşır. Onu medeniyet yapan bu taşımacı ve yayılmacı sapkınlığıdır. Zira medeniyet içindeki zehri, hırsı, öfkeyi ve irini dışarıya taşımazsa patlayacaktır. Kusması, dışarıya açılması, başkalarını aşağılaması ve yönetmesi, kısacası egemen olması lazım. Sömürgelere yutturulan medeniyet insanlığın bedeninde irin biriktiren bir merkezdir.

Filmin başında kalmayı sürdürerek ve tercih ederek devam edelim. Bir medeniyet taşıyıcısı ve avcısı, Robinson Crusvari bir keşifçi olan öğretmenin motivasyonu salt ve basitçe doğuda öğretmenlik yapan, yalnız ve bir an önce buralardan gitmek isteyen, doğuya atanmış klasik öğretmen arzusunun ötesindedir. Film bu açıdan bölgede icra edilen kimi geleneksel perspektifleri aşmayı zorlamaktadır. Her ne kadar bunu travmatik karakterlerle yapmayı denese de anlatılan hikaye mevcuttan uzaklaşma krizlerini derinden yaşadığını hissettirmektedir. 

Medeniyet taşıyıcısı, sömürgenin ekmeğini yiyen, sömürgeyi hem keşfeden, hem el koyan; yer yer itiraz edip düzenle-sistemle iç içe yaşamayı bir zorunluluk olarak hissettirmiş olsa da aslında tercih eden…  yoldaş olmayı başaramamış, başaramadığı işin ironisinin peşine düşen sıradan bir kötülük öznesi. Öznemiz tüm medeniyet avcıları gibi birkaç lafı iyi ezberlemiş. Belki de kendisinin en önemli silahı; biraz kavram seti ve seri bir polemikçi olma yetisi. Bu yeti medeniyet taşıyıcısı için katliamlardan geriye kalan yaralı nüfusu etkilemek için kullanıma hazır hale getirilen esas lojistik. Söylemsel hegemonya sömürgeci medeniyetin kurucu sığınağıdır; keşifler sırasında, sert ve yumuşak sürümüyle namluya sürülen şeffaf mühimmat... Ağızdan çıkan sözler ya avı öldürecek ya da yaralı halde ele geçirecektir. Av, öldürülürse toprağa karışacak; yaralı ise her türlü arzuların nesnesi olmaya bırakılacaktır. İstila iştahla gerçekleştirilecektir. 

Medeniyet cimridir; taşıyıcısına bile fazladan bir şey vermez. Kendisinden kopacak kadar kimseyi özgürleştirmez; taşıyıcısının her dokunuşu, her itirazı ve pratiği medeniyete olan katı bağımlılığı  konsolide etmeli, yeniden üretmelidir. 

Filmin ana karakterinde somutlaşan medeniyetin ele geçirdiği ve ele geçirdiğini “zannettiği” her şey bir anda Pirus zaferine dönüşebilir. Zira herkes medeniyetin önünde diz çökmez. Kenan sömürgenin hem saflığı hem açlığı. Küçük kadın Sevim sömürgenin onuru ve haysiyeti. Belki de en iyi kıyası küçük bir kadın olan Sevim’in haysiyeti ile yetişkin bir erkek olan Kenan’ın açlığı arasında yapmamız gerekecektir. Küçük bir kadın, medeniyetin ininde medeniyetiyle övünen özneyi medeniyetle yere serebilir, aklıyla dalga geçebilir, belirsizliğe sürebilir, cezalandırabilir. Sömürgenin mini minnacık bir kadını medeniyetin zaaflarını teşhir edebilir, dengesini bozabilir, zayıflatabilir, gerçek yüzünü teşhir edebilir. Bu durum, çağımızın küçükmüş gibi görünen ama hiçte küçük olmayan direnişçi özne ve çokluklara gönderme yapmaktadır; çokluklar hiç beklenmeyen yer ve zamanlarda sisteme çomak sokarak sistemik özneleri bunalıma sokabilir. Daha da ötesi herkes sömürgeci medeniyetin alıcısı değildir; zira küçük bir itiraz medeniyeti filtreleyerek herkesi haysiyete davet edebilir.  

Bildiğimiz üzere medeniyet, başkaldırıyı, itirazı ve asaleti sevmez. Zayıf düşmüş ve ellerinden tutulup ayağa kaldırılması gereken toplulukların omzunda yükselmiştir. Medeniyet canı istediğinde öğreten, yol gösteren, özgürlükçü olabilir; ama sömürge öznesi kendisine meydan okuyunca elindeki medeniyeti izah eden tebeşir bile medeniyet taşıyıcısının elinde metal bir mermiye dönüşebilir. Medeniyet sanıldığı gibi sabırlı değildir. İtaat ettiğiniz sürece estetiktir, dosttur, anlayışlıdır. Hemonyasını (zehrini) kaybettiği anda kılıf değiştirerek hortlamaya başlayacaktır. Asimilasyoncu, temizlikçi, didaktik, disiplinci ve hiyerarşik olmaya eğilimlidir.  Medeniyet aslında büyük bir açlıktır; açlığını doğururken aç bırakan, bencil ve intikamcı bir yolculuktur. En güzel doğruya, en sade iyiliğe el koyandır. Zira beyazdır. Yeri geldiğinde dost, ama yersiz düşmanlaşmanın ilerici öznesidir, intikamcıdır medeniyet. İlkokuldayken öğretmenimiz kurutulmuş nar sopasını bir arkadaşımızın gözüne fırlatarak uzun süre görme yetisini kaybetmesine yol açmıştı. Gözümüzü çıkaran medeniyet ne öğretebilir, nasıl yol gösterebilir? Bütün öğretilerin merkezinde kalarak, burayı kuşatarak, bütün yollarda pusuda bekleyen medeniyet nihayetinde filmde de olduğu gibi kendini yozlaştırıp çürütmeye mahkum edecektir. Medeniyet taşıyıcısı olan filmin ana karakteri, çarpıtılmış medeniyetin neredeyse tüm özelliklerini taşımaktadır.

Medeniyetin hortlattığı bir sorun olarak Kürt meselesi bu filmde silah seslerinde çakılı kalmıştır. Silah seslerinin ötesine giden bir çift lafın bedeli ve ağırlığı hemen hissedilmektedir. Sessizce konuşmalıyız, öyle bir konuşmalıyız ki bizden başka kimsecikler bizi duymamalı. Film Kürt meselesinde bu sessiz geleneği bozmamıştır. Bu da Kürt  meselesinin sanata fedasıdır. Kürtler estetize edilerek imal edilen bir hikayenin yan ürünü olmayı sürdürmüştür. Sinema ne yapsın! Siyasetin bile sözü askıda tutmayı bir gelenek haline getirdiği bir mesele “ne verenin vermeyi ne alanın almayı bilmemesi” gibi bir cümleye sığmayacak kadar anlamaktan aciz ve bezgin insanlara bırakıldığı müddetçe; evet öyledir, evet öyle kalmaya devam edecektir.  

M.Ö. 159 yılında "Kendi işine bak" diyen komşusuna "Ben bir insanım ve insanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir" diyen Romalı köle Terence’nin sözünü yarım yamalak hatırlayan Kenan’ın söz kuruculuğu gibidir Kürt meselesi. Yaşayanların unutmak istediği, yaşatanların çarpıtmakta level atladığı bir mesele... Oysa yönetmenimiz tüm filmlerinde belli bir disiplin içinde başvurduğu analitik diyalog ve polemikleri bu filmde Kürt meselesini merkeze alarak yapabilirdi; fakat yapmadı, tercih etmedi. Tam da bu polemiğe başvurması gereken bir hikaye, talihsiz bir biçimde ihmal edilmişti. Her ihmalkarlık bilinçli tercihlerin tezahürüdür; başka bir deyişle ihmalkarlık anlamanın, görmenin, konuşmanın, düzeltmenin ve tamamlama arzusunun kibirli reddir. Daha da ötesine gidersek ihmalkarlık ideolojik bir tercihtir. Görme ile görmeme arasındaki yoğun sis, anlama ile anlamama arasındaki koyu belirsizlik bu ideolojinin habitusudur.  

Filmde iktidarın ve devletin hegemonyasını bir sendikanın masasında duran takvimden, bir zırhlı araçtan veya başka bir sembolden okuyabilirsiniz. Semboller bu açıdan filme farklı biçimlerde damgasını vurmuş.  Kürt Alevi’lerin özellikle son zamanlarda gazinolarla, Kürt Sünnilerin muhafazkarlıkla asimile etme stratejisine yapılan göndermeler ise dikkate değer.

Başta dediğimiz gibi filmin bütün detaylarına girmeyeceğiz. Son olarak 10 Ekim’ e değen kederli içeriği selamlamadan yazıyı bitirmek olmaz. 10 Ekim katliamı dönüşümlü bir şekilde baş döndüren Kürt barışının ve savaşının uzantısıydı. O patlamayı yaşamış ve birçok arkadaşını kaybetmiş bir öğretmen olarak söylersem, 10 Ekim’den sonra yaşamak, hayata devam etmek sürekli hissettiğimiz eksikliklerin hiçbir zaman tamamlanamayacağı zorlukları içeriyordu. Eksik kalan yanımızı toplumsal ve siyasal itirazların öznesi olma çabasının içine girerek tamamlamaya çabaladık. Bu çabanın yaşadığımız eksiklikleri zaman zaman derinleştirdiği söylemeliyim. Filmde 10 Ekim Ankara Gar katliamında bacağını kaybetmiş kadın öğretmenin sürekli hissettiği eksiklik, ağrı ve tamamlanma arzusu, sadece onu yaşayanların anlayabileceği ve filmlerle anlatılmayacak kadar derin bir kederdir. Kederin umudu beslediği güçlü kadın karakteri şiddetli bir umut yorgunluğu yaşasa da belki de hepimize yol göstermektedir. Film vesilesiyle bir kez daha 10 Ekim’de yitirdiğimiz tüm canları saygıyla anıyor; bu film ile toplumsal ve siyasal meseleleri beyaz perdeye aktarıp hakikati görselleştirerek toplumsallaştıran Nuri Bilge Ceylan ve tüm film ekibine teşekkür ediyorum.