ÜRETKEN ELEŞTİRMENLERDEN TUFAN ERBARIŞTIRAN’IN EDEBİYAT VE SANAT YAZILARINI “ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ”NDE YAYINLAMAKTAN MUTLULUK DUYUYORUZ.

BUNDAN BÖYLE ERBARIŞTIRAN’IN ÇOK YÖNLÜ SANAT YAZILARINA YER VERECEĞİZ. KATKILARINDAN DOLAYI TEŞEKKÜR EDİYORUZ. İLK YAZISINI PAYLAŞIYORUZ.

René François Ghislain Magritte:“Rüya, uyanık hayatın bir tercümesiyle, uyanık hayat da rüyanın tercümesidir.”

1924 yılında Andre Breton ve yandaşları tarafından okunan “Sürrealist Menifesto” büyük bir ilgi çekmişti. Sanat tarihinde topluca yapılan böyle bir duyurunun temelinde, sanatsal bir yeniliğin yanı sıra, bir başkaldırının bayrağı da açılıyordu. Sürrealistler, Andre Breton’nun düşüncelerini destekleyen bu bildiri sayesinde, sanata dair çok farklı bir açılım getiriyorlardı. Söz gelimi, sanatta her türlü akılcılık, gelenekçilik, katı kurallar ve mantıkçılık gibi bilinen tüm değerleri ters yüz ediyorlardı. Sürrealistler eserlerinde geleneksel teknikler yerine, düşler/sanrılar/imgeler üzerine özgür bir irade savunusu getiriyorlardı. İnsanın bilerek ya da bilmeyerek gizlediği anıları, gördüğü düşleri, hayal ettikleri, cinsel ve siyasal yaşama dair dürtülerini ressamların resmetme hakkı olduğunu ileri sürüyorlardı. Böylelikle sanatta ayıp, günah, yanlış, kötü gibi tüm kavramlar da yerle bir oluyordu. Sürrealistler, bu denli aykırı çıkışları nedeniyle, hem sanatsal hem de dinsel çevrelerinden epeyce tepki görmüşlerdi. Günümüz edebiyatında ve görsel sanat ve plastik sanatlarda sürrealizm ciddi biçimde tartışılmaktadır. Roman, resim, şiir, heykel, öykü gibi dallarda sürrealist anlayış kendini göstermektedir. Bu nedenle, hem modernist hem de sürrealist biçim ve içeriğin edebiyat ve sanatta nasıl algılandığını tartışmak gerekiyor.  


Andre Breton

Sürrealistler, gerçekliğin tam olarak yansıtılmadığını söylüyorlardı. Bu anlamda şöyle düşünebiliriz: Dış dünyada yansıtılan gerçekliğin asıl olanın dışında kaldığını iddia ederler. Söz gelimi, Fransız şair-yazar Sain-Pol-Roux’un neredeyse bir efsaneye dönüşen bir özelliğini çok beğenirler. Söylentilere göre, bu büyük şair S. P. Roux, Camaret’teki malikânesinin kapısına akşamları şöyle bir yazı asarmış: “Şair Çalışıyor”. Her gece uyumadan önce bu yazıyı asması özellikle sürrealistleri çok heyecanlandıran bir gelişmedir. Bu anlamlı tümceyi kısaca yorumlayalım.


Sain-Pol-Roux

“Şair Çalışıyor” yazısını şairin niçin yatmadan önce kapısına asmış olduğuna dair birçok söylentiler vardır. Ancak kişisel görüşümüze göre, şairin uykusunda gece boşalan zihninin ve belleğinin gördüğü düşler ve kurguladığı fantezilerle dolacağını imlemektedir. Düşlerinde beliren ya da bir siluet halinde karşısına çıkan, zaman ve mekândan bağımsız, tüm nesnelerin ağırlık ve boyutlarının başkalaştığı ya da yok olduğu, hiç görmediği renklerin belirdiği gerçeküstü bir evrende kendini bulur. Kendi düş gücünün, bilgi ve kültürel birikiminin, aldığı eğitimin, ilgilendiği hobilerin, korkularının (fobilerin), acılarının, anılarının, sanata bakış açısının katkılarıyla ona göstermeye çalıştığı görüngülerin dünyasında bulur kendini. Orası dış gerçeklikten bağımsız, zihinsel algılama ya da akılsal yetinin işe yaramadığı bir başka âlemdir. Erich Fromm, bu konuda şunları yazıyor: “Akıldışı arzularımızın bir tatmin arayışıdır. [...] Rüyalar, en derin ve en yüce güçlerimiz ile yeteneklerimizin yansımalarıdır. Rüyaların anlamlı olması demek, eğer anlayabilirsek, onların bize önemli mesajlar iletmeleri demektir. [...] Rüyalarımızda bize iletilen şeyler soyut birer görüntü şeklinde olabilirler. Ama anlatmak istedikleri şeyler kişiliğimizin somut gerçekleri ile ilgilidir. [...] Rüya görmek, uykudayken, ruhumuzun gösterdiği bütün faaliyetlerin anlamlı ve özellikli bir biçimde yansımasıdır.” (Rüyalar, Mitler, Masallar/Erich Fromm/Say Yayınları/2017, s.43)

Yazımızın ana konusu olan René François Ghislain Magritte’nin resimlerine geçmeden önce, sürrealizm üzerine biraz daha tartışmamız gerekiyor. Sürrealistlere göre, “Masalsı olan her zaman güzeldir, masalsı olan herhangi bir şey güzeldir, aslında sadece masalsı olan güzeldir.” (Andre Breton,Sürrealist Manifesto, s.10) 

Bilim ve sanatın kurgusu içinde -genel anlamda- akıl ve mantık öncülüğünde bir işleyiş vardır. Yapılan her eylem, tasarlanan her sanatsal eser, yazılan edebî kitaplar, bilimsel deneyler az ya da çok akıl ve mantığın öncülüğünde yer alır. Sürrealistler, işte bu kurallara temelden karşı çıkıyorlar. İnsan zihninin derinliklerinde yer alan duygular, anılar, düşler, bastırılmış egolar sadece gerçeküstü bir anlatımla karşımıza çıkacağı tezini savunuyorlar. Günümüz uygarlığı içinde çeşitli bilimsel deneyler, matematiksel hesaplamalar, mantıksal seçimler, akıl öncülüğünde geliştirilen kurallar ile oluşturulan doğru-yanlış ikilemi üzerine düşünmek gerekiyor. Bugün doğru ya da yanlış dediğimiz bir konuda yarın yanılabiliriz. Aslında düş gücü sayesinde insanın varlığını yeniden keşfetmesine, zihninde gizli kalmış ya da kendisinin bilinçli olarak bastırdığı duygularını ortaya çıkarmaya yasal olarak hakkı olsaydı sonuç ne olurdu? Yazımızın bu bölümünde, sürrealist bir yazar olan Louis Aragon’un Paris Köylüsü (Yapı Kredi Yayınları -  Çeviri: Ayberk Eray / 2020 / s. 12-13-14) yapıtından birkaç kısa alıntı yapalım:

“Aklın seyri boyunca karşısına çıkan engellerden hiçbirisi, kuşkusuz, insanın en sıradan düşünme biçimlerinden birini göklere çıkaran şu ispatlama safsatası kadar zorluk çıkarmamıştır. Her türlü mantığın temelinde izine rastlanır.”

“Akıl, akıl, ey gece nöbetlerinin soyut hayaleti, seni çoktan kovmuştum rüyalarımdan ve işte ulaştım kaynaşacağı noktaya rüyalarla aşikâr gerçeklerin: Burada benden başkasına yer yok.”

“Duyularla aklın, bir sihrin müdahalesi haricinde, birbirlerinden ayrı surette algılanmalarının mümkün olmadığına ve mevcudiyetlerinin yalnızca işlevsel bir suret taşıdığına yönelik bir inanış her geçen gün güçleniyor içimde. [...] Işık ancak karanlığın varlığıyla anlam kazanabilir ve hakikat yanılgıyı şart koşar. Hayatımızı işgal eden, ona esrik tadını veren bu iç içe geçmiş tezatlardır.”      

Sürrealistler, yasaların ve dinlerin/geleneklerin yarattığı klasik (onlara göre tek tip) insan tanımına aykırı bir düşünce içindedirler. Her bireyin kendine göre kültürü, eğitimi, deneyimi, ailesi, inancı, yaşam biçimi, yarattığı değerleri vardır. Bu doğrultuda bakacak olursak, yaratılmanın temeline dinamit konmaktadır. Bireyin kişiselliği ile kendi yarattığı dünyasının içinde neler olup bittiğini anlatması, yaşamını ifade etmesi, bunları resim/heykel/şiir/müzik/tiyatro/sinema/roman/öykü gibi edebiyat ve sanat dallarında karşımıza getirmesi önemlidir. Breton, bireyin, hayal gücünü keşfetmesiyle, karşısına devasa bir dünya çıkacağını imliyor. Ayrıca böyle bir etkilemenin ve çatışkının sonucunda bireyin kazanımları bir yana, bu enerjiyi ya da mutlak gücü ele geçirmenin yaratacağı yeniliklerin paha biçilemez olduğunu da ısrarla vurguluyor. Burada kısa bir ara verelim ve Magritte’nin resimlerinde yer alan kuş imgeleri üzerine değerlendirmemize geçelim. 

Belçikalı ressam Magritte 21 Kasım 1898’de Lessines’te dünyaya gelmiştir. Babasının işleri nedeniyle sık sık adres değiştirirler. Bu nedenle çok farklı coğrafyalarda farklı kültürler ve kişilerle tanışır.

Sanatçının birçok resminde yer alan yüzü örtülü insan figürlerinin temelinde şöyle bir gerçeklik olduğunu saptayabiliriz: 1912 yılında annesi Adeline’nin Sambre nehrine atlayarak intihar etmesinden sonra, annesinin cesedi çıkartılırken yüzünü örten bir örtü olması onu derinden etkilemiştir. Bu örtü imgesi, sanatçının birçok resminde dolaylı olarak kendini göstermiştir.  


Ana Hikâye, Rene Magritte, 1927

Magritte’nin eserlerinde bilinçdışı bir istemin yaratıcılığı söz konusudur. Nesneler ve simgeler, zihinsel algılamanın ötesinde tamamen gerçeküstü bir anlatımın içinde yer alan âdeta sihirli dünyanın ardına kadar açık görüntüsüdür. Sanatçının resimlerinde nesnel ve olgusal tanımsallığın ucu kapalı yapısı söz konusudur. Kendi çerçevesinde sıkışıp kalmış bireyin içsel çatışkıları/istekleri ile dışa dönük dünyanın öne sürdüğü yasaların ve dinsel baskıların arasında kalmışlığın resimleri... Kendisini şöyle tanımlıyor:

“Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: Bunun manası nedir? Aslında o resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir.”

Sanatçının yaptığı resimlerde çeşitli imgeleri ve nesneleri bir araya getirmesi, onların her birinin farklı anlamlar taşıması, resmi izleyen üzerinde mutlak bir anlam ifade etmez. Genellikle resim izleyicisi, karşısındaki resme baktığında resmin temasını anlamak ister. Ressamın hangi dürtüyle bu resmi yaptığını, resmine konu ettiği nesneleri, figürleri, hayvanları, doğayı hangi amaçla kullandığını anlamaya çalışır. Bu çok genel anlamda resim izleyicisinin yapmaya çalıştığı bir düşünce biçimidir. Resmi izleyen kişi, karşısındaki resimde neler anlatıldığını -kendince- çözdüğünde resme hâkim olduğunu, ressamı tanıdığını ve onunla en azından bu resmi aracılığıyla bir bağlantı kurabildiğini düşünür. İzleyici baktığı resmi çözdüğünü sandığında, resmin öteki tarafına geçer ve kendine doğal bir üstünlük sağlar. Resim onun kontrolündedir, çerçeve içinde yer alan renklerin/çizgilerin/figürlerin/nesnelerin yarattığı temayı tanımıştır. Bu nedenle, içinde bir rahatlama ve üstünlük duygusu belirir. İzleyici yorumladığı resme karşı bir üstünlük sağladığından bu kez de kendi beğenisini öne çıkarır ve resim üzerine eleştiri yapmaya başlar. İzleyici, genel anlamda bilinen dünyanın nesnelerini ve figürlerini kullanan ressamların eserlerini bu nedenle beğenir ya da beğenmez ama izlemeyi etmeyi sürdürür. İzleyici, bir ressamın eserlerini tıpkı bir dedektif gibi karşısına alır ve kendi sanat ölçüleri doğrultusunda bir çözümleme işine girişir. İnsanın doğuştan gelen kibir, sahip olma, yönetme, anlama içgüdüsü, merak gibi duyguları nedeniyle karşısındaki resimleri yorumlaması, aslında onun kendi kendine yaratmaya çalıştığı üstünlük duygusunun temelini oluşturur. Soyut ama daha çok da sürrealist resimlerde bu üstünlüğü (ya da onun deyimiyle çözümleme yeteneği) ortadan kalkar, resmin karşısında, henüz alfabeyi yeni öğrenen bir çocuğun hecelemesi gibi, imgeleri ve nesneleri yan yana getirmeye çalışır. Resimdeki tüm nesneler ve figürler aslında birbirlerinden tamamen bağımsızdır. İzleyici, bu kez, tam anlamıyla bir şok yaşar ve resmi nasıl çözümleyeceğini bilemez. Sürrealist ressam onun bu üstünlüğünü ve kibrini elinden kolayca alıvermiştir. İzleyen, her zamanki gibi resmin içindekileri yan yana getirmeye çalışsa da bir sonuç ede edemez. O her zaman resmin bütünselliğini savunmuştur. Baktığı zaman içinde neler gizlendiğini, ressamın ne yapmak istediğini bir çırpıda anlayacaktır. Bu üstünlük ona kibir olarak da geri dönecektir. Ancak bu kez işi zordur ve içinden çıkılamaz bir labirente girmiştir. Nereye dönse karşısında başka bir karanlık yol vardır. Çaresizdir ve şaşkındır. Sürrealist resimler, klasik resim anlayışının tam anlamıyla karşısındadır ve bilinen tüm çözümlemeleri yıkmıştır. Sürrealist resimlerde ilk başta birbirinden kopuk olduğu sanılan figürler ve nesnelerin bulunması, izleyen üzerinde bir şok etkisi yapmıştır. Elinden oyuncağı alınan bir çocuk gibidir artık. Bu resim akımının en belirgin özelliği benzersiz olanların özdeş (anlamsal olarak birbirine yakın…) olmaya değil, bireyin bastırdığı ya da unuttuğu duygularını ortaya çıkarmaya yönelik olmasıdır. Söz gelimi, bir resimde kuş, sandık, deniz gibi görünen/bilinen figür ve nesnelerin olması nasıl yorumlanacaktır? Onlarca yıl önce bu resim akımı ortaya çıktığında izleyenin resme düşünsel ve duygusal anlamda ortak olmaması (yakınlık kuramaması) nedeniyle toplumda tepki görmüştü. Anlaşılmayan resimlerin neye yarayacağı sorgulanıyordu. İnsanın gördüğü, bildiği, tanıdığı şeyleri resmetmek varken bu tür ressamların insanların bilinçaltına girmesi ne demekti? Orası mahremiyet içermiyor muydu? Kişiye özel bir alanın dışa vurulması, üstelik bir de bunların sanat adına sergilenmesi ne kadar gereksiz ve tehlikeliydi. Bilinçaltında gizli duran duygular, anılar, düşler, sanrılar, cinsel istekler, kurulan fanteziler kişiye özel değil miydi? Kim evinin yatak odasını teşhir ederdi ki? Kim sadece kendinin bildiği ve toplumda sakıncalı bulunan duygularını ve düşüncelerini paylaşırdı ki? Bunlar tehlikeli sorulardı ve hem yasal olarak hem de dinsel açıdan kabul edilemezdi.

Sürrealizm, genel anlamda, Birinci Dünya Savaşı sonucunda derin travmaların yaşandığı dönemin bir resim akımıydı. Milyonlarca insanın öldüğü, yaralandığı, kadınların dul kaldığı, korkunun en yüksek noktaya ulaştığı toplumsal bir histerinin sanatsal (sürrealist) yüzüydü aslında. Ancak nasıl ki fotoğraf sanatı ortaya çıktığında ressamlar özgür kalmışsa dönemin psikanalistlerinin (Freud, Jung…) kişinin bilinçaltına yönelik bilimsel çalışmaları, sürrealistlerin ufkunu açmıştır. Bilinçaltında gizli duranların ortaya özgürce çıkmasıyla, hem insanın tanınması daha işlevsel olacaktı hem de bilinçaltının özgürlüğü nedeniyle psikanalistlerin önüne farklı deneyler gelecekti. Her iki açıdan da sürrealistler için bu yeni gelişme önemliydi. Hayal ürünlerinin ortaya çıkmasıyla, hayal ürünleri bir ucube ya da ayıp/günah olmaktan kurtulmuştu.  

Sürrealizmde masal ve rüya her zaman yan yana olmuştur. Anlatılan/dinlenen düşsel bir kurgunun yarattığı hoşluk duygusu bir yana, o masalın içindeki gizem ve bazı küçük ayrıntıların önemi bilinç düzeyine çıktığında o zaman bir anlam ifade edecektir. Bugün birçok insan küçüklüğünde en azından birkaç masal dinlemiştir. Masallar belirli bir coğrafyanın içinde gerçekleşse bile, sonuçta masalda anlatılan olaylar, kişiler ve onların duyguları evrensel boyuttadır. Söz gelimi, aşk, ihanet, iktidar hırsı, muhalefet yapmak isteği, korku, iyilik ve kötülük, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış gibi birçok konuyu içinde barındırır. Örnek vermek gerekirse William Shakespeare’in hemen bütün oyunlarında benzer duyguların pik yaptığı görülmektedir. Küçük yaşta anlatılan masalların etkileri zaman içinde kendini ortaya çıkaracaktır. Bu masallardaki kahramanlar gibi olma isteği, paylaşmayı sevmesi, bir ülkeyi doğru yönetme arzusu gibi... Çocukların bu dönemde dinledikleri masallar ya da söylenceler nedeniyle ruhsal anlamda bekâretleri bozulur ve daha o zamandan başlayarak duygusal anlamda büyümeye başlarlar. Masal ve söylenceyi, çizgi roman kitaplarıyla da özdeşleştirebiliriz. Çizgilerle yaratılan güçlü ve yenilmez karakterlerin insanlık adına yaptıkları çalışmalar, gösterdikleri kahramanlıklar ve fedakârlıklar, onların Süpermen’i andıran olağanüstü hareketleri, okuyanlar üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Tıpkı her biri bir masal kahramanı gibi kötülere karşı savaşır ve her zaman kazanır. Aslında iyinin ve doğru olanın kazanmasına yönelik, izleyen üzerinde bir bilinçli etki bırakmaktır istenen. 

Magritte, gerçeği masaldan yola çıkarak değil, gerçekten masala doğru bir izlek yaratarak kurgulama yapıyor. İmgesel seçiciliğinin yanı sıra, resimlerindeki figürleri özellikle dağınık bir halde karşımıza getirmektedir.  Bu dağınıklık izleyen tarafından bir yapboz gibi algılanması sonucunda, ele geçirilemeyen resmin yorumlanmasında acze düşüyor.  Sürrealist bir ressam kendisini zihinsel anlamda özgür bırakması sonucunda bir konuya yoğunlaşmadan tuvaline içinden geldiği gibi resim yapmaya başlar. Böyle bir durumda, ressam, belki biraz rastgele ya da deneyimlerinin yarattığı yetkinlikle kendisine bilinç dışından akanları resmetmeye başlar. Bunun anlamı epistomolojik olarak Kant’ın öne sürdüğü a priori deneyselliği ile dolaylı yoldan bağlantılıdır. Ressam, kendi bilinçaltına yönelik bazı imgeleri ortaya çıkarır. Ressam, bu imgeleri önceden tasarlamamışken, kafasında belirli bir şablon yokken, sadece o anlık dürtülerle ve düşlerinin yardımıyla, resim yapmaya başlar. Sürrealistler için “dil” onları özgür bırakan önemli bir ögedir ve gizli kalan her şeyin ortaya çıkmasını sağlayan bir yetkinliktir. Bu tür sanatçıların “dil” konusunda hayli duyarlı olduklarını da söylemek gerekiyor. Onlara göre “dil” denilen yetkinlik ve ayrıcalık sayesinde sanatçılar için belirli bir sınırlandırma yoktur. Dil’in özgürleştirdiği tüm sanatçılar bilinçaltlarındaki gizli kalmışlıkları korkmadan ortaya çıkarabilmelidir.  

Sürrealistler nesneleri eğip bükmeden, onlara gereksiz anlamlar yüklemeden, tek bir resim içinde yanlarına daha başka imgeler ve figürler koyarak bilinçaltının önemini imliyorlar. Böylelikle, özgür bıraktıkları “dil” ve bilinçaltlarının ortaya çıkmasıyla belirli bir ortak bağlam yaratmaktadırlar. Tuvaldeki görüntüler ilk başta anlamsız gibi görünseler de onların her biri bilinçaltımızda gizli duran, çocukluğumuzda dinlediğimiz masalları anımsatan, unuttuğumuz anılarımızı yeniden karşımıza getiren tinsel özgürlüğün resme yansımasıdır. Bunun anlamı, kişinin bildiği/anlattığı/yansıttığı değil,  asıl önemli olan bilinçaltında saklı duranlardır. Söz gelimi, Magritte şunları söyler: “Gördüğümüz her şey, başka bir şeyi gizler, her zaman gördüklerimizin gizlediğini görmek isteriz.”

Sanatçı, bu sözlerinde, gizli olanın açığı çıkmasını istiyor. Böylelikle üstü örtülü olan bir şeyin görünür olmasıyla, ortaya çıkan yeni görüntünün insana daha yakın olabileceğini savunuyor. Dış dünya gerçekliği yerine, zihnimizin diplerinde gizli kalmış olanların görünür (ya da bilinen) olmasının önemini imliyor. Resim sanatı açından olmasa da edebiyat ve felsefe açısından bu konuya bir örnek teşkil edecek bir alıntı yapalım:

“Denemeyi yazın dünyasına armağan eden Montaigne, üç ciltten oluşan Denemeler adlı kitabının önsözünde bu bağlamda aydınlatıcı bir açıklama yapıyor: Eğer mümkün olsaydı karşınıza anadan doğma çıkardım. Kitapta size asla bir şey kanıtlama iddiam yoktur. Elimden geldiğince size beni anlattım. Bana hak vermenizi ya da yargılarınızı istemiyorum.” (Değiniler – Adnan Binyazar – Cumhuriyet-Kitap – 3 Aralık 2020 / s.16)

Montaigne’in okur karşısında çırılçıplak kalmayı düşlemesi ile Margritte’nin, “Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir” sözleri arasında bir bağlantı kurabiliriz. Aslında Magritte’nin sanat anlayışına göre, resimlerinde amaçsızlık olduğu iddia edilse de gizli olanın ortaya çıkmasını sağlayan bir özgüven duygusu (hatta bunun gerekliliği) olduğunu düşünebiliriz. Sanatçının bu anlamda özgüven duygusu ile bilinçaltındakileri sergileme becerisi arasında bir bağlantı olduğu kuvvetle olasıdır. Sürrealist ressamların birçoğunda olduğu gibi, Magriette’nin de resimlerinde otomatizm tekniği ya da anlayışı hâkimdir. Kişinin bilinç dışı kontrolü dışında kalan istemsiz hareketleri diye bilinir. Daha önce de kısaca imlediğimiz gibi, bu türden sanatçıların bilinçli bir teknik kullanma ya da tuvale akıl ve mantığı çağrıştıran yorumlar yaratma gibi bir düşünceleri yoktur. Sürrealistler biraz spontane ve düşlem gücüyle çalışırlar. Önceden planlanmış, belirli bir kalıp ya da tema yoktur düşüncelerinde. Her şey anlık gelişmelerle tuvale dökülür, sonra da biraz üzerinde düzeltmeler yapılır. Sanatçının resimlerinde çeşitli boylarda elmalar, masalar, figürler, kuşlar, bulutlar, kapılar, sandalyeler, vb. vardır. Bunları gördüğünüzde ne olduğunu anlarsınız ama o figürün ya da o nesnenin biçimsel değişikliği nedeniyle sanatçı sizin elinizden yorum yapma hakkını alıverir. Söz gelimi, incelemeye aldığımız tablolardaki kuş figürleri ile sanatçının Kavrayış adlı tablosunu düşünelim. Bu tabloda iç içe geçmiş iki görüntü vardır. Birinci görüntüde, tuvalde resim yapan orta yaşlı, iyi giyimli bir erkek vardır. Elinde fırçası, boyaları ile şövalesine koyduğu tuvalinde bir kuş resmi çizmektedir. Figürün sol tarafında ahşap bir masa üzerinde duran bir yumurta görünmektedir. Şimdi ikinci görüntüye geçelim. Bu görüntüde ise resim yapan erkek ressamı da çizen gizemli bir el vardır. Tıpkı arkalı önlü iki aynanın yüzlerce yansıması gibi, bu iki görüntü iç içe geçmiştir. 

Tabloya ilk bakışta tuvaldeki kuş ile masada duran yumurta arasında bir bağlantı olduğunu düşünürüz. Öyle ya kuş yumurtadan çıkmıştır. Ancak sanatçının böyle kesin bir yargısı, tanımı, isteği yoktur. Kuş ve yumurta ikilisi arasında doğrudan ya da dolaylı bir bağlantı kurulamaz. Her ikisi kendi başlarında farklı bir anlam üretmektedir. Sürrealist resimlerde kesinlikli duygusunun olmadığını belirtmiştik zaten. Tabloda gördüğümüz ressam, kuş, yumurta, tuval, masa, sandalye, boyalar kendi başlarına dağınık gibidir. Bu dağınıklık bir tema yaratmanın ötesindedir. Sanki bir ressam yumurtaya bakarak onu kuşa benzetmiştir diye düşünebiliriz. Peki, gerçek böyle midir?  


Kavrayış, Rene Magritte 1936

Magritte’nin dört tablosunda yer alan kuş figürlerini mercek altına alacağız. Bilindiği üzere “kuş” figürü insana uçmak ve özgür olmak duygularını verir. Gökyüzüne çıkmak, orada tek başına kalmanın, gökyüzünden yeryüzüne bakmanın, insanda özgürlük duygusu kadar bir üstünlük duygusu da yaratır. Her şeye uzaktan baktığınızda kendinizi özgür ve yetkin kabul edersiniz. Sözünü ettiğimiz özgürlük ve üstünlük duyguları, bir sanatçının en azından yarı megaloman duygularıyla benzeşebilir. Tuvalin karşısında tüm duygularını, düşlerini, arzularını, anılarını resmetme özelliği sayesinde mutluluk ötesi bir alandadır artık. Sanatçının resimlerinde sıkça yer alan “kuş” figürü bu açıdan bakıldığında bunun tipik bir örneği sayılabilir. Bir başka yorum da sanatçının özgür olmak isteği ile, kendisine özel bir alan yarattığını, burada herkesten uzak kalarak düşlerini yaşadığını söyleyebiliriz. Aslında sanatçının özgürlüğü ile yetkinliği, onun dış dünyadan kendini soyutlamasıyla ortaya çıkar. Birçok psikanalist bu durumun delilik aşamasına kadar gelebileceğini ileri sürmüştür. 

Biz de onun gibi kendi saklı gerçekliğimizle yüzleşebilecek miyiz yoksa sadece karşımızdaki resimlere bakıp bir fikir mi yürüteceğiz? Bu açıdan sanatçının resimleri, izleyen üzerinde bir ayna görevi de görmektedir. Onun resimlerindeki figürler ve nesneler, dışsal değil ama görüngü anlamında içsel bir tanımsallığın adresi olabilir mi?   

Konu ettiğimiz dört tablosunda da kuş figürleri farklı tasarımsal ve anlamsal katmanlar içermektedir. Bunların her birinde kuş figürleri hem kendi başlarına hem de diğer nesnelerle ve figürlerle dolaylı bir salınım içindedir. Bu tablolara bakan ve sürrealizmin ne olduğunu bilmeyen bir izleyici, resimlerin anlam karmaşası yansıtan, hiçbir konusu olmayan, ressamın birçok figürleri ve nesneleri rastgele seçerek tuvalin sağına soluna özensizce dağıttığını söyleyecektir. İzleyen açısından öncelikle akıl ve mantık yoksunu bu tablolar,  açıkça söylemek gerekirse, henüz tamamlanmamış (brüt) ve çocuksu ögeler içeren, biraz ironik ve biraz da ressamın hezeyanlarının yansıtıldığı, acemi bir ressamın elinden çıkmışa benzemektedir. İzleyenin dudak büküp, burun kıvırdığı, baktığında hiçbir şey anlamadığı, çoğunun önünden ivedilikle geçtiği, hiçbirine iki kez dönüp bakma gereksinimi bile duyumsamadığı ilkel (primitif) bir resim sergisidir.

İşte sorun tam da burada başlamaktadır. Sürrealistlerin resimleri dış dünyaya değil, kişinin iç dünyasına yönelik olduğundan, sıradan bir resim izleyicisi için hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Kuş figürleri, -dikkat edilirse- birbirinden farklı fiziksel ve anlamsal katmanlar içermektedir. Her tablodaki kuş figürü bir diğerinden hem farklı görünmektedir hem de tablodaki diğer nesneler ve figürlerle dolaylı bir etkileşimi söz konusudur. Kuşların uçmak özelliklerinin en aza indirildiği, onların bu tanımsal yapıları yerine, tablodaki bir diğer figüre yüklendiği ve ondan gizlice ele geçirdiği değerler vardır. Kuşlar salt uçmak ve yanındakilere bir şeyler katmak için yapılmamıştır. Tablodaki bütünsellik açısından eksiklik gibi görünen bu durum, hiç de öyle basit bir anlamsal bozukluk değildir. İrili ufaklı kuşların, farklı renklerle görünümleri kadar uçmak edimi içinde olmayanları da vardır. Bir tabloda ressamın karşısındaki tuvalde yapılmış ve kanatları açık bir kuş figürü varken bir başka tabloda ise kırmızı renkli ve yine kanatları açık, ancak dışarıdan içeriye doğru kaçmayı öngören bir aksiyonu söz konusudur. Her iki kuş figürü de hem uçmak açısından bağımsız hem de kasıtlı bir biçimde kuşların özgürlük değil, içselliği simgelediği düşünülebilir. Var oluşun hiçlikten gelen bir sezinlemeyle duyumsandığı, akıl ve mantığın bu anlamda biraz geriye itildiği, düşlerin ve buna bağlı olarak bilinçaltının tetiklediği gösterimsel bir tasarım vardır. Aynı tablolarda figürlerin ve nesnelerin eğilip bükülmediğini hatta olabildiğince gerçeğe yakın çizildiğini de söyleyebiliriz. Bu gerçeklik göstergesi, aynı nesnelerin en azından biçimsel olarak farklılaştığını ve böylelikle işlevselliğinin bozulduğu ya da çarpıtıldığı duygusunu sezinleriz. “Magritte’in resimlerinde sözcükler ve nesneler arasında bir anlam bütünlüğü ve benzerliği kurulamaması dikkat çekmektedir. Ele aldığı görüntülerin ve imgelerin gerçek hayattaki nesnelerle bir benzerlik kurması da beklenemez.” (Türk Resim Sanatında Gerçeküstü Ressamlar / Hrant Melih Suci / Pegem Akademi Yayınları / 2017 s.61) Tabloyu incelerken sıra dışı bazı şeylerle karşılaşırız. Söz gelimi, erkek ressam son derece iyi giyimli, saçları düzgün taranmış ve sanki jöleli gibidir. Ressamın ellerinde ve parmaklarında hiç boya izi yoktur. Bu, ironik bir durumdur aslında. Ressamın önlüğünün olmaması, bunun yerine takım elbise giymesi, tıraşlı yüzü, etrafın temizliği dikkat çekicidir. Burada gizli bir mizah duygusu sezdirilmektedir. Ayrıca tabloda bir ışık, huzme, gölge gibi en azından bu resim için gerekli teknik yansıtmalar da yoktur. Sanki bir fotoğraf karesi gibidir.

Sanatçının Kavrayış adlı tablosu üzerine biraz daha düşünelim. Sürrealistlerin eserlerinde çoğu kez zaman ve mekân kavramı belirsizdir. Nesneler dağınık halde sağda solda dururken aralarında ya da bir köşede sanki hiçbir bağlantıları yokmuş gibi başka şeyler de bulunur. Kavrayış tablosunda zaman kavramı olarak en belirgin özellik ressamın giyimidir. Onun tıraşlı yüzü, taranmış saçları, oturduğu sandalye, üzerindeki ceketi nedeniyle günümüze yakın bir zaman olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu bizi yanıltabilir. Sürrealistlerin bazen geleceğe yönelik biraz fütürist anlayışa yakın resimler yaptıklarını da biliyoruz. Bu nedenle, Kavrayış geleceğe yönelik bir gönderme de olabilir. Kuş ve yumurta ikilisinin yaratıcısının sadece insan zihninde var olduğu izlenimi verdiğini de söyleyebiliriz. Ressam, kendini gizleyerek, bir başkasını öne (erkek figür) çıkartarak ikili bir düşünsel tasarım sunmaktadır. Tabloda görünen ve görünmeyen ikili bir tasarım olduğundan söz edeceksek halüsinasyon, düş, imge, figür, nesne gibi şeyleri yansıtan görüntü, tüm bunları parçalara ayırarak bütünlüğü bozan, her birine ayrı değerler yükleyen, bilinen dünyanın kalıplarına benzeseler de sonuçta bu resmi yapan sanatçının düşlerinin görüntüsüdür. 

Sürrealizm resim sanatı ile yazınsal dil arasında bir bağlantı bulunmaz. Nesnelerin yazınsal tanımıyla ilgili değerlendirmeler ve yorumlar her zaman yetersiz kalır. Resimlerdeki bir nesneyi ve figürü yazı ile tanımlamak, yorumlamak ya da ifade etmek, sürrealist anlayışın uzağındadır. Sürrealizm resim akımına geldiğinde her şey değişir. Bunun nedeni, sürrealist akımın temelinde akıl ve mantığın yokluğudur. Daha önce değindiğimiz gibi, sanatçının anlık değinmeleri, rastlantısal çizimleri, düşlerindeki nesneleri açığa çıkarma isteği, bilinçaltındaki renkleri/olayları/görünümleri tuvale dökmesi sonucunda metinsel bağlantı kopukluğu yaşanır. Bir sürrealist resmi nasıl yorumlarsınız sorusunun ucu açıktır. Düşlerin zaman ve mekândan ayrı olması, bilinen dünyanın kalıplarının dışında yaşanması, kişinin anılarıyla birlikte ortaya çıkması anlamındadır. Ancak bu ortaya çıkış süreci kopuk kopuktur ve aralarında hiçbir bağlantı bulunmaz. Düşlerdeki bir masanın yanında bir kuş, uçan bir adam ile bir gül gibi. Magritte’in şu sözleri anlamlıdır: “Rüya, uyanık hayatın bir tercümesiyle, uyanık hayat da rüyanın tercümesidir.”


Büyük Aile, Rene Magritte, 1940


Müzikli Dakikalar, Rene Magritte, 1961

Kuş figürlerinin yer aldığı tablolarında ise anlatmak istediğinden çok, zihinsel anlamda imgelerin varlıkları ve etkilerini imliyor. Her tablosunda kuşların farklı görünüm ve özellikleri nedeniyle, bilinçaltındaki gizemlerin dışavurumlarını yansıtıyor. Kuş figürleri ile nesnelerin başkalaşımını yansıtıyor. Her kuş figürü sayesinde gelenekler ve akıl/mantık uzağında kalmayı yeğliyor. İnsanın bastırılmış tüm duygularını özgürce açığa çıkarmayı hedefliyor. 

René Magritte’nin kuş figürlü tabloları, olgunluk dönemine denk gelir. Bu tablolarda düşlerin kanat çırpmalarını, uçma özgürlüğünü, zihinsel algılama ile dışavurumun gösterimi söz konusudur.

Tufan Erbarıştıran Özgeçmiş:

Uzun yıllar uluslararası bir şirkette yönetici olarak çalıştı. İlk gençliğinden beri edebiyat ve sanata ilgi duymuş, lise sonrasında, felsefe ve teoloji dersleri almıştır. Yayınlanmış eleştiri kitapları ve romanlarının yanı sıra, bir çok dergilerde sanatın her alanında derinlikli eleştiri ve inceleme yazılarına tutkuyla devam etmektedir.

( https://oggito.com/icerikler/kuslar-ucuyor-mu/66120 )