Dolarla ilgilenirken çok önemli bir halle ilgilenemediniz arkadaşlar sanırım. Artık adil yargılanma hakkınızı hini hacette Anayasa Mahkemesi nezdinde değil, bir komisyonda arayacaksınız.

Dolarla ilgilenirken çok önemli bir halle ilgilenemediniz arkadaşlar sanırım. Artık adil yargılanma hakkınızı hini hacette Anayasa Mahkemesi nezdinde değil, bir komisyonda arayacaksınız. Bulacak mısınız? Bulunca haber verin. İnsan Hakları Tazminat Komisyonu adı verilen bu komisyona bu iş, geçen 31 Temmuz'da bir Kararname ile verildi. Anayasal bir temel hak olan adil yargılanma hakkı ile ilgili bireysel başvuru yapılamayacak olması bir felaket. Bu arada Ankara-Datça, Datça Bodrum, Bodrum-İzmir, İzmir-Seferihisar-Bodrum-Dalyan arası nerede ne var diye biraz köşe kapmaca oynamıştım geçen. Datça çok güzel ama çadırla veya karavanla gidilse evladır. Bir pansiyonculuk otelcilik kültürü var mı tam anlayamadım. Selimiye Koyu (Marmaris) idare eder. Akyaka Kadın Azmağı da hoş, mutlaka görülmeli (benim işler karışıktı, istememe rağmen yeniden göremedim, çok oldu herşeyi görüp bitireli de dönüşse keşke daha iyiye)... Dalyan'da biliyorsunuz caretta carettaları korumak İngiliz June Ablaya kalmıştı. Kurduğu vakıfla şahane işler yapmış. Gökova Körfezi Türkiye'nin -daha ziyade Haziran ve Eylülde bence- en güzel yeri. Temmuz Ağustos pek keyif vermiyor hiçbir yerde. Heyhat insanın en-az iş gücünün olduğu zamanlar...Bodrum daha ziyade ilkel-kozmopolitan bir yer haline gelmiş. Hani bunu etnolojik olarak farklı kabilelerin bir yerde toplandığı bir sitepolitan sistem olarak tanımlamak lazım. Vahşi diyemeyeceğim tabii çok farklı bölgelerde çok farklı düzey ve hayatlar sunan hoşça bir yer. İstanbul şehrinin "yazlık" versiyonunu düşünün, öyle. Trafik felaket olmuş, önce İstanbul'dan Bodrum'a sonra da Bodrum'dan başka uzak-yakın bir köye kaçmanız gerekiyor, stil bu. Buna rağmen nihayetinde Bodrum'u "kadınlar şehri" olarak tanımlamak mümkün, çok sayıda motosikletli kadın gündelik hayat içinde oradan oraya özgürce koşturuyor, iş-güç kurmuş çok sayıda bağımsız kadın Bodrum'da yaşıyor. Otomobil kullananların oranına baktığımda yarısının neredeyse kadın olduğunu gördüm, sokaklarda da kadın çok. Çarşıda pazarda orada burada. Ama bu trafiğin orada da felaket hale gelmesini engellememiş. Poponuzda bitip canınızı tehlikeye atma pahasına gelişli gidişli yolda sizden "çekil prenses"lik isteyen sürücü çok. Sarhoş araba kullanma oranının diğer yazlık yerlere nazaran çok daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Birkaç tanesi şeridi ortalamış sallana sallana karşı karşı karşıya kalabiliyor sizinle. Neyse çaresine bakıyorsunuz bir yere kadar. Ha ha o sırada siz de yol videosu çekmiyorsanız  Beach Club'lar bakımsız ve kirli. Bodrum yakınlarındaki koylar anormal kalabalık ve o civarda bir yerlerde bir saniye bile başını dinlemek filan mümkün değil. Müzik, tabii kötü müzik çoğu yerden daha fazla bunların başının belası. Tuhaf-hırçın ve kırdı-baş olarak tabir edeceğim adamlar tarafından işletiliyor bu Beach Club'lar. Eğlence sektörüne ayrı eğilmek lazım. Türkiye'de eğlence sektörü öteden beri yırtıcı ve kirli-köpüklü bir erkek egosu tarafından kurulur, örgütlenir ve işletilir. Sadece bir dizi megolaman erkeğin "eğlenmeye" hakkı vardır. Hani çalışıyorlar ya! İddiam odur ki "kadın" eğlencenin bir aksesuarıdır hala bu memlekette. Kadın eğlenceyi "örgütlemez." Oraya "götürülür! Gönlünce ve bağımsız eğlenmek isteyen bir kadın "hamama" gidebilir. Buradan LGBTİQ+ hareketine ve onun imkanlarına da dalmadan kapatayım bahsi. Öte yandan turizm hizmet sektörünün, uzunca süreden beri Türkiye'de tam bir kalifiyesizlik abidesi olduğunu her yerde gördüm. Otelcilik eğitimi alan gençlerin nereye kaybolduğunu, o kadar Turizm Otelcilik, bilmemne okulu varken turizmde bu hizmet sıkıntısının neden giderilemediği vb. soruların cevapları çok zor değil. Bodrum'un içinde ortalıkta pek fazla yabancı turist görmedim. Bunlar zaten Türkiye'nin çarpık turizm anlayışı yüzünden genellikle dört beş yıldızdan başlayan yerlerde konuşlanıp güneşi havayı soluyup çekip giden bir tayfa. Kendince bir zenginlik var tabii Bodrum'da da. Hayli zenginlik var. Ama bunun ayılığı önlemediği evrensel olarak biliniyor. Özellikle para sahibinin eğitimi bu noktada önemli. Yine de bir yazlık yer olarak "creme de la creme" Avrupa'lıyı çekmesinin mümkünatı yok. Yat turizmini incelemedim ama yatların koylara hayır getirmediği biliniyor. Yerli teknecilik de anormal bürokrasi dolu. Yöre içinde keşifçi ama tomofilsizler açısından pek çok seyahat engeli var. Denizin örekesinde mantıksızca şıkıdım şıkıdım oynamak ve altın bilezikleri ile beraber seyahat etmek istemeyen insanları güvertelerine atmaları zor. "Study" ve butik turlar oldukça az. Hani endemik bitkileri inceleme yürüyüşü gibi bir şey belki yerel ortamlarda vardır ama turist bunu arayıp bulamıyor. Türkiye'nin en şahane değeri coğrafyası. Muhteşem bir "Altopiano" burası. "Gavur"un koyduğu arkaik adı üzerinde bütün Asya'nın mini bir kopyası. Bunu milletçe biliyoruz. Hava, su, toprak, deniz, iklim, bulut, coğrafyanın o kor güzelliği, "bizim katkımızın beklenmediği" şeyler o kadar şahane ki belki mahvetmekte bir "büyüklük" görüyoruz. Herkes olur olmaz her yerde imardan (imar kelimesi çok yanlış, imarda bir güzellik vardır) şikayetçi ama kimsenin bulunduğu çevreyi daha nasıl güzelleştiririm diye bir kaygısı yok, fırsat olsa 80 milyonun seksen milyonunun olmadık yerde inşaata başlayacağına ve bundan rant sağlamanın Türk orta-sınıfının ve belediye meclislerinin bir karakteristiği olduğuna, bunun bir yönetim değil kültür sorunu olduğuna da yemin edebilirim. Boktan boktan evler bir milyon dolar filan ediyor. Nasıl ediyor, anlamak etmek mümkün değil ama sahipleri memnun. Bu arada tabii Maison Française Dergisi, bu ayın sayısını Bodrum'dan pek çok "ünlü"nün evine, kültür merkezi haline getirilen köy evlerine filan ayırmış. İsveç'ten bir 'designer' burada ahbabını da toplamış çok hoş bir mahalle bile kurmuş mesela. Dolarla açtım onunla devam edeyim, doların bu yükselmesinin önemli bir yan-etkisini unutmayın: Topraklarınız üç kuruşa yabancılara satılır. Millet bir sürü ev satışa çıkarmış, Türklerde para olmadığı için bu evler araziler bu İsveçli designerlara gidebilir. Allahtan uygun kültürel ortam bulunmaması pek çok üst-düzey yabancı gayrimenkul spekülatörünü Türkiye'den uzak tutuyor. Kaş Kalkan'a İngiliz akını durmamış olabilir gerçi. Dursun mu durmasın mı bilemedim şimdi. Yorgun argın kente girdiğimde hem yolumu kesip hem de galiz küfürler savuran sarhoş motosikletli gibi tipler bu memlekette olmasaydı, her türlü erbabı kalkındıracak düzeydeki yabancılar bu şahane coğrafyaya akın akın gelirlerdi. Kültürsüzlük bizi spekülasyon malzemesi olmaktan kurtarıyor belki de. Kendimizle baş başa kalıyoruz. Ve fakat: Semt pazarlarının kalitesi, balık bulunması da bu kentçiğin kritik bir artısı. Bu kentten Antalya ve civarı gibi Ankara'ya "aç" dönmek yok ama her yerde olduğu gibi burada da çok dikkatli seçimler yapmanız lazım. Havası nefis, denizi tam bir şifa kaynağı, koyları koycukları kapatanlar siteler kurmuşlar ama. Düzgün bir "halk plajına" rastlamadım. Aspat? Bodrum Kalesi kapalı, restorasyonda. Ama gittiğinizde Zeki Müren Evi, yok şu yok bu gibi yerleri mutlaka ziyaret edin. Ben edemedim, vaktiyle etmiştim çok. Barlar Sokağı -Bitez ile Gümbet arasında bir caddeye alınmış- resmen kafasını ekiyor herkesin. Büyük kentlerden buraya akın eden ablalar abiler genellikle Sözcü ve Cumhuriyet okuyup başka da bir şey yapmadan memleketin haline küfredip duruyorlar. Bir el at desen Avrupa'da Amerika'da okuttuğu çocuğu var. Kuru hava hoş denizin kenarında bu konulardan bahsederek konuyu bir öğleden sonrası sohbeti yapabilirsiniz. Oysa adil yargılanma hakkını nerede arayacağınız ne bir rakı masası konusu ne de deniz kenarında poponu yakarken konuşulabilecek bir şey. Sosyal medyada dahi bundan bahsetmek zul bence. Gitgide suskun insanlar söylemiş de dinletememiş olanlardır, demeye yazıyorum. Sözün bittiği yerde ateş düştüğü yeri yakmadıkça bizim milletin kimseye bir el atmaya niyeti olmaz. "Bizim" milletten kasıt seçim gecesi jeep'lerini korunaklı park yerlerine çekip ağrı kesici alıp yatan ve bir zamanlar almadığı zeytinliğe yanan tayfa. Alsaydı şimdi milyon dolar edecekti. Bana bakmayın benim seçim görevim vardı, gecenin körüne kadar eşek gibi çalıştım. Bodrum genel olarak açık hoş bir şehir, o kadar da fena değil. Ama Ankara'ya döndüğümde her zaman yaptığım gibi bayağı bir ferahlama duygusu edindim. Ben zaten tatil yapmayı bilmiyorum artık. Timsahların bulunduğu bir akarsuyu kırık dökük bir salla geçme görevi gibi bir şey olursa bana tatil gibi gelir. Böyle şeylerin de turizmi var ve ileride o alana da girmek lazım. Zaten bir tür "survivor"luk biçiminde günler devam etmezse sıkılıyor insan hemen. "Akşama ne yapalım" sorusuyla çözülecek işler değil. Hele kafanıza deniz gözlüğü geçirip tam beş saat suyun içinde kayaların altına filan bakıyorsanız ve oradaki yeşil, kırmızı kemer takmış boynuna da sarı fularını geçirmiş, kuyruğu siyah çizgili yelpazeye benzeyen modacı-balığın telaşıyla hemhal olmuşsanız tabiatiyle çok büyük bir hoşluk bunlar. Deyim kafanı kuma gömmek değil kafanı suya gömmek olmalıydı.  Gündelik-hayatta da bir erdem var ama her anı olağanüstü hallerle karakterize değilse. Sahil kasabalarımızda bir olağanüstülüğe pek rastlamadım. Bizim zamanımızda veya işte üç-beş sene öncesinde yok efendim lagala lugala diyeceğim bir değişiklik de pek yok. Aynı, bildiğiniz gibi. Ankara kentimizin "güzel" olmaması, yaz gecelerinde klimaya mlimaya ihtiyaç bırakmayan havası, özellikle kış aylarında insana tüm şahsi dertlerini unutturan çetin ve genel hay-huyu insana memlekette sıkılmadan yaşama fırsatı veriyor. Üstelik Ankara'da lak lak edeceğine el atman gereken çok şey çıkıyor. Ankara'da deniz yok ama Van Gölü gibi bir yer olabilrdi. Olsaydı hoş olurdu. Olur muydu, tam olarak bilemeyeceğim ama denize yakın ve dibi-dibinin dondurmacı mısırcı midyeci kalabalığında değil, daha iç bir köyde limonluk veya zeytinlik artık neyse ve üstünde prefabrik bir ev fikri cazip gelmedi değil. İki üç de köpek ve kediler. Tavuk ve bir inek. Koyun da olabilir. Bir akvaryum konur. İnsan zamanla değişiyor, akvaryumu hiç sevmezdim sever oldum. Merak salabilirim yakında bu akvaryumculuk işine. Bu yazı çok uyuz bir şey oldu. Sadece adil yargılanma ve bireysel başvuru diye başlamak istemiştim... ama hukuk iflas edince ve dolar da tepedenli olunca başka ne konuşulsun? Topraktan bahis açma zamanıdır diye şey ettim. Daha ziyade hayvancılıktan belki. Sovyetler dağılınca aç kalan Küba halkı Venezuela'nın yetişip kurtarmasına kadar geçen arada bu işlere güzel soyunmuştu. Heyhat orası da cennet yemişleriyle dolu bir yer. O arada idare ettiler. Yoksa emperyalizme yem olacaklardı  Toprakta et yetiştirir hale bile gele-yazmışlardı. Ama onlar bizim gibilerini amasız keşkesiz yurt-dışına postalamıştı. Castro "beğenmiyorsanız defolun gidin, ahanda gemi tuttum size" diye eklemeyi ihmal etmemişti. Topu topu yüz bin kilometre kare bir ada, her yeri, durmadan şikayet eden ve sosyal adaletten bir bk anlamayan "batıcı" Harvard-çıkışlıları tıktığı cezaevleriyle dolduracak değil. Venezuelalılar d a bugün acından ölüyor. Bizim de gelecekte büyük sosyal patlamalara neden olacak üç milyon sığınmacımızla birlikte aç kalmaktan korkumuz olmamalı. Hiçbir şey yapamazsak Caracas'lıların yaptığı gibi kırmızı ışıkta bekleyen sürücünün kolundaki saati koluyla birlikte kesip alırız (oralarda sıradan bir olay). Birbirimizden çalarız yani. Ta ki kolunda "altın saat" taşıyan kimse kalmayana kadar. Sonrası? Sonrası medeni hukuk değil toprak hukuku, hatta hukuk değil sadece toprak işidir. Hey gidi Güney Kore. İleri karakolluktan kazanan gidi Koresi seni. Soğuk savaştaki rollerinden madalya alanların yanında bizim safkan Natoculuğumuz, memleketimizden sosyolojik olarak, hatta antropolojik ve etnolojik olarak bir halt anlamayışımız, çarçur ve talan etmemiz, coğrafyamıza yakışanı giymememiz, onun çağlar ve medeniyetler ötesi efsanevi hakkını veremememiz baneciliğimizle birleşince "Kaybedenler Kulübü"ne hoş geldik. Herkesin dilinde bu "kaybetmek" meselesi, duymadınız mı kulislerde? Lafla yüzdürülen hamasi peynir gemisi bize bile ait değil. Eylemde ise aslında genel-manzara tam bir yem olma hali, hem de bile-bile. Küba Venezuela dedim ama şimdilik toptan başarısız olsalar da onlar samimiydi. Biz "tiyatro"sunu oynuyoruz. Tuluatını yapıyoruz. Ölü toprağını atabilecek miyiz? Ne zaman atılır? Her halde artık ölü gömmekten değil, yaşamaktan bahseder hale geldiğimizde... Talanı, çarçuru bitirip bir güzellik, Anadoluya özgü bütün renkleri bir imecede kavrama anlayışına erdiğimizde. Ama sosyo-kültürel olarak öteden beri otoriter eğilimleri yüksek bir halkız, tarih boyunca girdiğimiz meydan kavgaları "toplumsal sözleşme"ye fırsat bırakmadı. "Ortak Hukuk" yerine "Ortak Hukuksuzluk" kültürü galebe çaldı: Common Unlaw. İnciluzların common law'u varsa bizim de common unlaw'umuz var furdi furdi furdi, furuldi ha ha benim o alacağım inekle ve tavuklarımla konuşacağım çok şey olacak. Onlara Anayasa Hukuku anlatmama bile gerek yok. Adalet tabiatlarına doku gibi işlenmiş. "Doğru" (Right) olmayan bir adalet tabiatta galiba var. Bu kabilede ise ne doğruluk ne adalet.Oysa bir coğrafyayı hem doğru hem adil olanla işleyene "insan" denir. Neyse adil yargılanma tirillillopoğullarının komisyonuna havale edilmiş özetle.