Nitzsche’nin, Marks ve Engels ile en belirgin ortak noktaları; Tabulara saldırmak ve Putları yıkmaları olmalarıdır.

-2-

“Hiçbir şey kutsal değildir…” der Nietzsche. Karamsar olmadığı gibi kadercide değildir.

 

“…her şeyi yaratan tanrıdır… eğer bu doğru ise; neden eşitsizlik, adaletsizlik insanlar arasında var?” sorusunu soruyor ve Tanrıyı bu anlayış içerisinde öldürüyor Nietzsche.

Kölelere yapılan işkenceler, sonrasında devletlerin silahlı güçlerinin, zenginlerin sermayelerini koruma uğruna, giyotin ve daha vahşi işkencelerle öldürülmeleri…

Özgürlük uğruna insanların, nelere katlandıklarını Filozofun düş dünyasında ve onun tüm satırlarında görmek mümkün. İyi ile kötü, doğru ile yanlış kavramlarını, kültür ve inançların insan üzerindeki etkilerini incelerken, toplumdan farklı bir bakış açısıyla, insanları edindiği fikirlerle aydınlatmak istediğini görüyoruz.

Filozof, tanırının var oluşu fikrinin kimlere hizmet ettiğini çözümlemeye başlamıştı. Öyle ki, insanlar yaşamlarını sürdürdükleri dünyadaki yaşadıkları zorluklara göre ölümlerinden sonra mükafatlandırılacaklardı. Öbür dünya diye adlandırılan ölümünden sonra varlığını sürdüreceği dünyada da yaşam eşit değildi, cennet ve cehennem olmak üzere iki farklı yaşam söz konusuydu. Maddi dünya ile doğa üstü dünyayı ve ‘Evreni yaratan Tanrı’yı’ sorgulamaya başlamıştı Filozof.

İnsanlar, yaşamlarındaki zorlukların üstesinden gelemedikleri, sorunlarına çözüm bulamadıkları, evreni ve dünyamızdaki birçok var oluşumu çözümleyemediğinden ötürü bir yaratıcının varlığına sığınır/sığınma ihtiyacı duyar. Bu da insanı bilinmeyen ve görülmeyen tanrının kölesi haline getirir. Yaşamlarında haksızlığa uğrayıp haklarını savunamamanın çaresi olarak karşısındakini ‘öbür dünyaya havale etme’, ya cennet ile ödüllendirileceği ya da cehennem ile cezalandırılacağı düşüncesi benimsetilerek insanlar pasifize ediliyor.

Öbür dünya ile bu dünya arasındaki bilinmezlik, yerkürede sermayenin hakim hale gelmesiyle, baskı ve zulmün yarattığı eşitsizliğin, Nietzsche’yi tanrıyı sorgulamaya sürüklemesi gayet doğaldır. Nietzsche’nin tanrıyı sorgularken ki mantığını gerçeklik üzerine kurduğunu görüyoruz. Bu noktada yaşadığı zaman dilimi de oldukça önemlidir. 1800’lerin ortasında, dünya üzerinde kurulu sistemlerin girdikleri çıkmazın ve zulmün zirve yaptığı bir dönemdir.

Filozof, Tanrı inancı zayıf olan birisi miydi yoksa Tanrıyı keşfeden mi? ya da Tanrıyı insanlığa anlatanların fikirlerini sorgulayarak sonuca mı gitti? Esas üzerinde durulması gereken noktanın burası olduğu kanaatindeyim.

“…her şeyi yaratan tanrıdır… eğer bu doğru ise; neden eşitsizlik, adaletsizlik insanlar arasında var?” sorusunu soruyor ve Tanrıyı bu anlayış içerisinde öldürüyor Nietzsche.

Birçok dinin ortak inanışına göre; tanrının altı günlük yoğun bir çalışma sürdürüp bir gün de kendisine dinlenme süresi vererek toplam yedi gün içerisinde yerküremizi oluşturduğu yönündedir. Bu anlayışın zamanla Nietzsche’yi çıldırtmaya doğru götürdüğünü düşünüyorum. Zira bilimsel verilere göre yerkürenin oluşumu milyarlarca yıl sürmüştür. Bu da Nietzsche’nin yaşadığı dönem içerisindeki sorgulamalarının doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.

“…Tanrı öldü! Tanrı’dan geriye bir ceset kaldı! Ve onu biz öldürdük…” diyor Nietzsche.

Nietzsche’nin felsefesi; ateisttir yani tanrının varlığını tanımaz, insanın doğanın bir parçası olduğu ve doğanın kendi içerisindeki değişim ve dönüşümünden bağımsız olmadığı yönündedir. Nietzsche bu savının zaman içerisinde gelişip, güçleneceğine inanmıştır. Bu inancını temelini de insanlığın var oluşundan itibaren araştırmacı, irdeleyen bir yönünün olduğunu düşünmesidir. Zamanın ilerlemesiyle bilimsel alanda yapılacak çalışmaların artacağına ve insanlığın daha fazla gelişeceğine inanmaktadır.

Nietzsche canlı varlıkları üzerinde dururken, bitki ve hayvan bütün canlıların özgül durumlarını ciddiye alır. Ancak söz konusu tanrıya geldiğinde, tanrı ile insan arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koyar ve insan ruhunu tanrıdan yüce tutar. Baskı ve şiddet aracılığıyla, yoksulların nefes alabilecekleri, daha iyi koşullarda, bolluk ve bereket içerisinde yaşayabilmelerinin ancak bir başka dünyada mümkün olabileceğini, ki burası ‘cennet’ oluyor, Filozof ’un kabullenmediğini görürüz. Her şeyi yaratma kudreti bulunan tanrının, nasıl olur da bir pazar yerinde yoksulları bir araya getirdiğini ve bir dilim ekmeğe muhtaç ettiğini sorgular. Saraylarında refah içerisinde yaşayıp saltanat sürenlerin yaşam biçimlerini kabullenemez.

Nietzsche’nin eserlerinde tanrı ve inanç konusu karşımıza tartışmalı ve eleştirel bir şekilde çıkar. Her kim ki, onun bu düşüncelerini sadece ve sadece Hristiyanlığa bir başkaldırı olarak algılıyorsa yanılıyor. Bu fikirleri tamamen, insan üstü, bilinmeyen bir güce karşı isyan olarak algılamak en doğrusudur. Nietzsche’nin fikirleri ortada, hiç eğip bükmüyor, “Tanrı Öldü…” diyor.

Şurada bir hatırlatma yapmak isterim, Galileo Galilei ilk defa dünya dönüyor diyen bir bilim insanıdır. Aslında Galileo, dünya dönüyor diyerek o dönemdeki insan şekillenmesine karşı bu fikriyle Tanrıları ve Tanrının elçilerini sıradanlaştırarak öldürmüyor mu? Gayet tabi ki, öldürüyordu.

Bugün gelinen aşamada, okuma yazma öğrenen bir kişinin dünya, güneşin etrafında mı dönüyor sorusu dahi ayıplanır. Lakin o vakitler; güneş mi dünya etrafında dönüyor? Yoksa dünya dönüyor mu? gibi soruları sormak cesaretli olmayı gerektirmektedir. Sadece tanrının bildiği şeylerin işine karıştığını düşünerek fikir yürütmesi gereken bir dönemden bahsediyoruz. Evreni yaratanı, sorgulamak gerekirdi. Çünkü, Tanrının elçilerin hiçbiri kendi heybesinde dünyanın döndüğüne dair bir ayet bulundurmuyordu ya da beraberinde böyle bir bilgi getirmemişlerdi. İşte tamda bu karanlık ortamda 1632’de Galileo Galilei, “dünya dönüyor” dedi. O, dönemin koşullarında bunu söylemek yürek isterdi ama Galileo söyledi. Bu bilim açısından büyük bir devrimdi. İnsanlık için bilimsel olmasına bilimseldi ama yine de yaşadığı dönemin insanları tarafından acımasızca yargılandı. Galileo, bu tespitine karşı yargılandı ve canlı canlı yakılmak suretiyle ölüme mahkûm edildi. Başına nelerin geldiği biliniyor ama bütün bu yargılamalara rağmen bugün insanlık onun buluşlarının önünde secde ediyor. Ve bugün dünyanın dönüp dönmediğini sorgulamak ayıplanacak bir hale gelmiş durumda. Lafı buradan yine Nitzsche’ye getirmek istiyorum. Filozofumuzun, fikirlerini çevresiyle paylaşmasının ardından “Kafayı yemiş…” “Ruh hastası…” ve benzeri ithamlarla hasta olarak nitelendirilmiş ve anti propagandası yapılmıştır.

O, aykırı fikirlerini savunurken, ölümcül hastalığa henüz yakalanmamıştı ancak, hasta olduğunu var saysak dahi burada sorgulamamız gereken onun sağlık sorunları değildir, fikirleridir. Nietzsche’nin fikirlerinin sorgulanmasının önüne geçmek ve Filozofu itibarsızlaştırmak amacıyla koca bir manipülasyon yapılmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken esas konu Filozofun yaşadığı dönemdir. Nietzsche, 1844 yılında doğar ve 1900 yılında ölene kadarki yaşamı boyunca hep sorgulamış, araştırmış bir Filozoftur. Yaşadığı döneme baktığımızda dünyanın hızla buhrana sürüklendiğini görüyoruz. 1886 da Amerika’daki işçi sendikasının iş gücündeki dengesizliği ve acımasızca ezilen insanların ayağa kalktıkları dönemde Nietszche, daha yirmi iki yaşında ve derin bir sorgulama içerisindedir. İmparatorlukların tıkandıkları ve bir arayış içersin de debelendikleri, hazineleri dolu ama onları alkışlayanların açlığa mahkûm edildiği bir dönemi gören ve yaşayandır.

Nietzsche’nin temel görüşlerinin sabit olmayıp sürekli bir değişim içerisinde olduğunu da söyleye biliriz. Bu onun hiçbir şeyin durağan olmadığına inanmasından kaynaklanmaktadır. Ruh ve doğanın ayrı ve aykırı şeyler olduğuna inanmaktadır.

Din ve inanç meselesine nihai bir çözüm getirdi diyemeyiz kaldı ki bu köklü çözümü sadece Nietzsche değil, diğer Filozofların da getiremedikleri bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Ancak, kendi yaşadığı dönem içerisinde, toplumu ve toplumsal yapıyı iyi izleyip, yorumlayan ve bu duruma karşı tavır takınıp fikirlerini haykırma cesareti gösterdiğini görmekteyiz.

Nietzsche’de aydınlanmacı Filozoflar arasında yer almaktadır.

“Yüce olanlar” arasında hiçbir farkın olmadığını haykırıyordu. “Tanrının huzurunda aynı olanlar…” neden bu dünyada sokakta aynı değiller? Bundan ötürüdür ki; dini liderlerin peşinden gidenlere seslenerek, “Aşın bunları…” diyordu. Buradan yola çıkarak eşitliği haykırıyordu.

Örneğin Marks ve Engels’in, toplumları değiştirme gibi dertleri vardı. Bu konudan uzaktı Nietzsche.

Marks, “Din Toplumların Afyondur” demekle yetinmediğini biliyoruz. O ve yoldaşı Engels, mevcut dinleri ve sistemleri köklü ortadan kaldırma fikirleri ve anlayışları vardı.

Dünya emekçilerini aydınlatmakla ancak dünya üzerin de ki sistemlerin çözüleceğini savunuyordular. Onlar, dünyayı değiştirme gibi görev ve sorumluklarıyla donanmışlardı.

Nitzsche’nin, Marks ve Engels ile en belirgin ortak noktaları; Tabulara saldırmak ve Putları yıkmaları olmalarıdır.

Sonuç olarak şöyle diye bilirim;

Nitzsche, varlık kavrayışı felsefeciliğinin yerine hakikat varlığını savunan bir Felsefecidir.

Aynı zamanda da büyük bir şüphecidir.

Söylem ve anlam içerisinde söylediklerin karşılığı olan bir kimliktir; Nietzsche.

Bitti.