Filozofların amacı, inceleme ve araştırmalarıyla hedeflerine koydukları doğruya ulaşmak, onu bulmaktır.

-1-

Kendi ayaklarının üzerine dikilen ilk insan, o günden sonra çevresini değişik biçimlerde sorgulayıp, yaşamı ve var oluşunu çözümlemeye çalışarak yaşam mücadelesinde yürümüştür. Korku, algılayamama, bilmediği, anlam veremediği ve var olan bilgi birikimiyle açıklayamadığı birçok şeye tapıp onu kutsayarak yüceltmiştir.
Binlerce yıllık bir insanlık tarihinden bahsedecek olursak; ateş, yağmur ve güneşin gücüne ve yıkıcılığına hürmet eden insanlık zamanla bu doğa olaylarının nedenlerini ve oluşum süreçlerini çözümledi. Bu çözümlemeler Filozoflar ve bilim insanların yürütmüş olduğu çalışmalar sonucunda gerçekleşmiştir. Bilmediği, anlam veremediği olguların zamanla nedenini ve oluşum sürecini öğrenen insan, inandıkları herhangi bir şeydeki güce zamanla tapmaktan vazgeçip, açıklayamadığı diğer olguların gücüne inanarak onları kutsadı. Tapınmaktan vazgeçtiği şeylerden, yeni inançlar var ederek ve kendi oluşturduğu inanç sistemi altında ezilip küçülerek, onlara secde edip, yeni tapınma biçimleri yaratarak yaşamsal yolculuğunu sürdüre geldi insanlık. Bin yıllardır bu durum böyle devam etmekte. Çünkü, inançlar çok köklüdür ve geçmişi insanlığın var oluşuna dayanmaktadır. Bilimsel çalışmalar ilerledikçe, zaman değiştikçe, evrenin devinimi içerisinde, doğallığında inançlar da değişmektedir. Lakin, hiyerarşik bir yönetimin altında olan insanlık, oluşan sistemlerin denetiminde temel inançlara mahkûm edilmiştir. Toplumlar, evrendeki bilinmezliğin ve yaşamsal var oluşun nedeni olarak göklerdeki bir yaratıcının, yani “Allah’ın/Tanrının” sebebiyet verdiğine inandırılmaktadır.
Örneğin, geçmiş tarihi incelediğimizde; birçok tanrı ve tanrıçanın yaşadığı ve tanrıların dahi kendi aralarında hiyerarşik bir yapı içerisinde olduğunu görüyoruz. Sümer Mitolojisinde bu durum rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Mitolojide adı geçen tanrıların her birinin değişik gücü olduğuna inanan insanlar, dini ritüellerini buna göre yerine getirmişlerdir.
Yaşadıkları coğrafyanın toplumsal yapısına bağlı olarak insanların da farklı değişim ve gelişim süreçleri göstererek ilerlediği bilinmektedir.
Enerji ve madde sürekli değişim içerisinde olduğuna göre zamanı da buna pareler olarak sürekli değişken bir kavram olarak düşündüğümüzde her şeyin; canlı ve cansızın sabit değil sürekli değişken olduğunu görürüz. Bu durum kısaca evrim olarak tabir edilir. Bu evrim içerisinde; birlikte yaşayan toplumları, yaşadıkları dönemden günümüze kadar, bir arada tutan kurallar ve değerler vardır. Bu, insanın kimliğini bulması, kendini var edebilmesi için önemlidir. İnsanlığın, kendi tarihi ambarında yarattığı değerler, geçmiş ve geleceği arasında hep çatışmalı durumlar yarattığına tanıklık ederiz. Çünkü, toplumun kendi arasında yarattığı değer yargıları ve kurallar silsilesinin her döneme ait özel yasalarla var olduğunu görürüz. Dönemsel olarak var olan değer yargıları ortak bir fikir birliği neticesinde ortaya çıkarken zamanla bu değerlerin kendiliğinden değişime uğradığını ya da insanlar tarafında değiştirildiğini görmekteyiz.
Filozoflar aykırı kişilikleri ile, çelişkiler yumağı içerisindeki özgürlükçü ruhlarıyla kendi dönemlerinde var olan toplumsal değerlere karşı çıkışlarıyla bilinir. Bu durum, onların var oluşlarının olmazsa olmazıdır.
Fakat toplumların bazı değer yargıları var ki bunlar, sistemler tarafından vazgeçilmezdir. Bu dünya ile ahiret arasına sıkıştırılan inançlar ile toplumu dizayn etmektedirler. Baskı ve sömürü düzenini sürdürmek isteyenler açısından, iktidarda kalmaları için bu inançları sürdürtmek şarttır.
Bahsini ettiğimiz konular geniş ve uzun uzadıya tartışılacak konulardır ancak yazının özü gereği kısaca değinerek geçmek zorundayım. Buradan örneklendirirsek özellikle dinsel bakış açısına yönelik açıklamalar yapan filozoflar, tarihte toplumun hep hedefi haline gelmişlerdir. Bunları hedef tahtasına oturtturanlar elbette ki sistem ve sistemi ayakta tutan inanç merkezleridirler.
Bilindiği gibi Filozofların amacı, inceleme ve araştırmalarıyla hedeflerine koydukları doğruya ulaşmak, onu bulmaktır. Bu uzun ve çatışmalı inceleme sonrasında kendilerince bir sonuca varırlar. Vardıkları sonuç neticesinde yaptıkları açıklamalarla büyük sorunlar yaratmaktadırlar. Nietzsche de bu filozoflardan sadece biridir.
“Sabahın en aydınlık saatlerinde fener yakıp, pazarın orta yerine koşarak durmaksızın ‘Tanrıyı arıyorum!’ diye bağıran deli adamı hiç duymadınız mı?” diye sormakla başlamış kitabına Nietzsche. Burada deliyi kendisinin yarattığını, duyarsız ve bilinçsizce yaşayanlara bir tepki olarak ele alına bilir bir durumdur. Aynı zamanda yaşamı ve inanç sistemini sorguladığı ve bir çıkış arayışı içerisinde olduğu yazılarında görülmektedir.
Filozofların temel özelliği çevrelerini güçlü bir şekilde gözlemlemeleridir, Nietzsche de yaşadığı dönemin koşullarını güçlü bir şekilde gözlemlemiştir; bir avuç insan Saray’da refah içerisinde yaşamlarını sürdürürken milyonlarca insan açlık ve sefalete mahkûm edilmiştir. Nefesleri kokan bu insan kalabalığının pazar meydanında bir araya gelmelerinin nedeni; çöpe atılan bir şeylerle karnını doyurmaya çalışmalarıdır. Nietzsche, bütün bu yaşananlara tanıklık ediyor ve bu süreç sonunda kendisinde yıkıcı fikirlerin olgunlaştığını görüyoruz.
Yoksulluk, insanlığın varlığıyla birlikte süre gelen bir gerçekliktir. Bugün de dengesiz gelir dağılımı ile açlık ordusu ve bir avuç ayrıcalıklı azınlığın saraylarda refah içerisinde yaşamını sürdürdüğü yıkıcı bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Ezen ile ezilenlerin mücadelesi o dur budur devam ediyor. Filozofun da o vakitler kendi gözlemleriyle izlediği fakirin haline yönelmiş olduğunu görüyoruz.
Filozofun, olguları mantık ile sorgulayarak, tanrı konusunda sonuca gittiğini düşünüyorum. Tıpkı ilk insanın, nasıl ki mağaradan dünyayı irdelerken bilmediği, tanımadığı ve anlam veremediği birçok şeye Tanrı olarak tapması ve onu Tanrı olarak görmesi gibi. Zamanla insanın düşünme yetisi gelişir, mantıksal sorgulamalar ile olguları çözmeye ve kavramaya başlar. Böylece taptığı birçok Tanrıyı öldürür, ta ki yedi kat semanın üzerindeki bir konakta yaratılan Tanrıya kadar bu böyle sürer.
Filozofun dildeki akıcılığı ve güçlü imgelere sahip oluşu; hayatın her yönüne bakması ve güçlü bir şekilde sorgulamasındandır. En köklü fikri ise tanrı-insan ilişkisinde somutlaşmıştır. Kraliyetler, saraylar, saltanatlarını sürdürenler ile en alt tabakada yaşayanlar arasındaki yaşam kalitesine ve var olan bu yaşamlar içerisindeki derin ayrılıklara tanıklık eder. Bir avuç insan ile yığınlar arasındaki makasın açık olduğu yerden, merceğe bakar ve buradaki çelişkilerden yol alarak Tanrıyı keşfetmeye doğru bir yolculuğa çıkar.
Tanrıyı irdelerken söz konusu tanrı ile insan arasında gelgitli tarihsel gelişmeleri iyi izliyor Filozof.
“Tanrı Öldü” diyerek iç dünyasında yaşadığı çelişkileri yazıya döküyor. Yoksul sokaklar ile saraylar arasındaki yaşamı, kilisedeki yaşam ile sokakta ekmek arayan arasındaki diyalektik bağı onu sorgulamaya sürüklüyor. İşte tam da burada onun fikirlerinin olgunlaşarak anlam kazandığını görüyoruz. Aykırı düşüncelerden ötürü o, toplum tarafından deli olarak algılanıyor/algılatılıyor. Gayet doğaldır böyle algılanması, çünkü; toplumun içinden geçtiği duruma kayıtsız kalmıyor, sağır, kör ve dilsiz misali oyun oynamıyor, fikir üretiyor ve bu bazen davranış “bozukluğu” olarak bazen de “söylem” olarak değişik yani sıradan toplum gibi davranış içinde olmadığından ötürü de deli olarak görülüyor.
Çünkü Filozoflar, dünyaya sıradan insanların baktığı gibi bakmazlar. Onlar; yaşamı, toplumu, toplumsal düzeni sorgulayıp, yorumlarlar ve belirli çıkarımlarda bulunurlar.
İdealist değildirler, değişim ve dönüşümü kendilerine rehber edinirler. Sıradan düş dünyası içerisinde değişik fikirler üretebilme misali sorgulayarak yaklaşırlar olgulara. Toplum gibi gök kubbeye bakmadığı gerçekliğinden ötürü de “Deli” olarak algılanırlar. Sakın şöyle bir fikir ile yola çıkmayın, “Kimyası bozuk…”, “Ruhsal bozukluk…” vs. vs. benzeri basit fikirlerle Filozoflara yaklaşmayın. Hele hele söz konusu Nietzsche ise kesin kes yanılırsınız.
Hristiyan kültürünün yerine insanca yaşamı savunur Nietzsche. Bunu bilmemek ya da filozofu okurken bu çıkarımda bulunmamak için aptal olmak gerek.
“Hiçbir şey kutsal değildir…” der Nietzsche. Karamsar olmadığı gibi kadercide değildir. Aksine kaderciliğe kafa tutandır. Bundandır ki, insan en yüce ise neden köle haline getirildi sualini soruyor kendisine. Oysa var olan gerici sistemin, bir avuç zenginin çıkarı uğruna milyarlarca yoksulu sıradan bir mal, köle haline getirmesine isyan etmiştir Nietzsche. Sonuçta bir maldan öteye değeri olmayan Köle’nin Tanrısı yok muydu? Elbette vardı. Yaratan tek ise neden bu yaratıcı insanlar arasında bu kadar büyük uçurumlar koydu. Köle ve efendisi arasındaki mutluluk araması aynı olmadığına göre Filozofun, kendi iç dünyasında bu durumu sorguladığını görüyoruz.

NOT: Makalenin devami bir sonraki makalede (1)