20.yüzyıldan 21.yüzyıla geçerken ceza ve infaz sistemlerinde ne çok değişiklik yaşadık! Ne çok cezaevi modeli biçti bize egemenler.

 

2020 yılında İnfaz Kanunu’nda yapılan değişiklikle, koşullu salıverilme için hazırlığı düzenleyen 89. maddeye Anayasa’ya aykırı, belirsiz ifadeler taşıyan iyi hal kriterleri getirilmiş ve bu değişiklik uyarınca Gözlem ve Sınıflandırma Merkezleri ile Hükümlülerin Değerlendirilmesine Dair Yönetmelik çıkarılmıştır. Bu Kanun değişikliği ve Yönetmelik hükümleri hukukun en temel ilkelerinden lehe kanun ilkesi gereği, suç tarihi daha önce olanlara uygulanmaması gerekirken uygulanmakta ve Anayasaya aykırı bir şekilde hukuki belirlilik içermeyen, yoruma açık, son derece subjektif olan iyi hal kriterleri, istisnasız tüm siyasi tutsakların aleyhine değerlendirilmektedir. (HDP basın açıklaması)

Günümüzün en ağır baskı kanunsuzluğu yukarıya aldığım alıntıda geçen yönetmelikte toplanmış. Öncelikle cezaların infaz işini yasaya bağlı olmaktan çıkarmakla hukuksuzluk yapılmıştır. Yasa yerine Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetilen ülkede bu da bir şey mi diyebilirsiniz ama işte o KHK’lılık artık, mahkemeleri ve yasaları ilgilendiren ceza süreçlerini de keyfiyetin keyfi diyebileceğimiz Yönetmeliklere aktarmış durumda. Tutuklu ya da hükümlü için yasa- mahkeme dışarıda olmak halinden çok daha önemlidir çünkü. Yönetmelikle cezaevi yönetimi saslen askeri cezaevlerinde uygulanırdı. O yüzden şahsen iki ayrı askeri darbe döneminde de asker kişi sayıldığımı unutmuyorum! Orada yasa geçmez askeri yetkililer ne derse o olurdu. Şimdi bu yönetmelikle bu yetki bir grup maaşlı kişiye verilmiş, aradaki fark bu kadarcık.

İkinci husu; infaz yasaları-ceza yasaları gibi-  tutuklu ya da hükümlünün “lehine” düzenlemeler yaparken bu Yönetmelik aleyhte düzenleme için çıkarılmış sanki. Çünkü, gözlem ve değerlendirme denilen şey, sınavdan sonra yapılan mülakatlar kadar keyfiyete açık. Zaten uygulamalar da öyle. 30 yılını geçirmiş hükümlüler hapisten bu yönetmeliğin yetkili kıldığı gözlemci ve değerlendirmecilerce serbest bırakılmıyor. Suyu fazla kullandın, diye infaz ertelemesi yapılıyorsa, buna keyfiyet değil de ne denir? Mektuplara el koyan, hastanelere götürmeyen, ince ince düşünülmüş bütün eziyetleri yedirmek üzere düzenlenmiş bir matbu metne ve oradan nemalanan kurul üyelerine başka ne denir? Hele de hükümlüleri sorguya çekip, “pişman mısın” diyene, “örgütten kopmadın mı; öyleyse bir sonraki değerlendirmeye kadar otur oturduğun yerde diyene” kadar uzayıp gidiyor keyfiyetin soruları. Demek ki, Haydari Kampı’nın Nazi kalıntısı infaz ilkeleri geri gelmiş! Tam üç çeyrek yüzyıl sonra hem de. Son birkaç yıldır yaşadığımız tecrit sorunu bu kadar ağır ve derin durumların ve yönetenlerin işi olmalı, diye düşünüyorum.

20.yüzyıldan 21.yüzyıla geçerken ceza ve infaz sistemlerinde ne çok değişiklik yaşadık! Ne çok cezaevi modeli biçti bize egemenler. Ne çok tecrit modeli ve mekanı yaptılar bize! E’den F’ye giderlerken çok kanımızı döktüler. H’den S’ye ve Y’ye ne zaman atladılar, diye düşündüğümüzde, çoğumuz cevap bile veremeyiz. Gözlem ve Değerlendirme Yönetmeliği’nin çıkışından habersiz kalışımız gibi bu da. İşkencehanelerden, kaçırıp kaybetmelerden, işbirlikçilik tekliflerinden biliyorduk da hapisteyken, serbest bırakılma zamanımız gelmişken pişman etme, teslim alma peşinde olduklarını şimdi yeniden önümüze getirilince anlıyoruz. Buna nasıl ve neye dayanarak cesaret ediyorlar sorusunu yanıtlamamız gerekiyor aslında. Dünyasal değişimin her cephesinde ne olup bittiğinin muhasebesiyle uğraşabilirsek eğer, ki bu da kolektif düşünsel etkinlikleri gerektirir kanımca ancak o zaman sağlamca cevaplayabiliriz. O yüzden diğer her şeyi atlayarak, canlı kanlı yaşanan siyasi hayatın değişim rüzgarları eşliğinde meseleye bakmak istiyorum.

Bugünkü tecrit ve pişmanlık ahtı, 2. dünya savaşı sonrasında emperyalist Batı’nn Sovyetler Birliği ve demokratik ülkeler cephesiyle yürüteceği “soğuk savaş” çizgisinin ürünü olarak doğdu. En yakınımızdaki örnekle meramımı anlatabilirim sanıyorum: Haydari Kampı. Adı neden Haydari bilmiyorum ama bu kamp 1945’te Nazi orduları çekilirken Yunanistan’da kuruldu. Bir ada kampıydı. Alman işgaline karşı antifaşist savaş, 1945’te Yunanistan’da iç savaşa dönüştü ve dört yıl sürdü. Yunanistan Komünist Partisi, Halk Cephesi ve Halk Ordusu, Alman faşizmiyle savaşın bütün yükünü, zulmünü çekmiş bir güç olarak halkın tek temsilcisiydi. *(Emperyalistlerle barış görüşmeleri sürerken, Sovyetler Birliği de yenişemediği yerde, Yunanistan parti ve cephesinden sürgündeki burjuva hükümete katılmalarını istemişti. İki yıl önce 3. Enternasyonal zaten lağvedilmişti.) ama dört yılın sonunda Yunanistan direnişi giderek yalnızlaştı ve yenildi. Haydari Kampı’nın rolü ve işlevi bu yenilgi üzerine kuruldu; savaşta yok edilemeyip arta kalan komünistleri, antifaşistleri yeni bir savaş konseptinde imha etmeye girişeceklerdi.

“İmha etmek” diyorum; çünkü Haydari Kampı programı, buraya kapatılacak direnişçileri, ideallerinden ve kimliklerinden arındırmak, boyun eğdirmek, mevcut düzene uydurmak, ehlileştirilmiş insancıklar yaratmaktı. Komünisti inançlarını komünist olmaktan çıkardığınızda, direnişçiyi direnişçilikten vaz geçirdiğinizde onu öldürmüş olursunuz, ortada canlı cenazeler kalır. Savaş sırasında Naziler böyle işlerle uğraşmadı, insanların beden güçlerini otobanlarda, madenlerde ve bir dizi üretim alanında kullandılar. Bedenen işe yaramayanları da gaz odalarında öldürdü, deneylerde kullandı, yağlarından sabun yaptılar. Yani onlar doğrudan bedenen imhanın en vahşi biçimlerini kullanmışlardı. Yeni Naziler de “Hür dünya”nın “soğuk savaş” konseptinin, yine vahşi Nazi yöntemleriyle zararsız canlıları yaratacaklardı. Nitekim Yunanistan’da ve özel olarak Haydari Kampı’nda yapılanları pek çok direniş romanında ve aynı adlı romanda okuyanımız çoktur.

Tabii iş orada kalmadı. Özellikle Almanya’da bulduğu Nazi artıklarını, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ülkelerinde toplayan ABD, işkence, imha dahil kontrgerilla savaş güçleri oluşturmaya giden bu yeni savaş konseptini geliştirdi. Bütün dünyaya, o zamanki baş düşmanı “komünizme” karşı seferber etti. ABD menşeli ya da destekli askeri darbeler, NATO opersyonu işgaller hepsi bu yeni konseptin uygulamalarıdır. Eh Türkiye’nin payına da epey bir askeri darbe düştü. 12 Eylül faşizmiyle CİA patentli “tredman programı” ile tutsakları rehabilite edecekler, kişilik, siyasi görüş ve örgütlerinden kopartmayı amaçlıyorlardı. 12 Eylülyılları cezaevlerindeki mücadele bu eksende sürmüştür.

Türkiye ve Kürdistan’a, 12 Eylül’ün biçtiği “Türk-İslam Sentezi” ideolojik kalıbı  (Ekonomik programı 24 Ocak Kararları olan) devlet ve siyasi ve toplumsal düzeni yeniden kurma olarak uygulanmıştır. Yargı ve ceza sistemleri de 12 Eylül faşist diktatörlüğü koşullarında değişmeye başladı. Örneğin, yargılamalarda “silahlı mücadeleyi savunan örgütler”in “üyeleri”ni 1981’den itibaren, TCK’nın 168. maddesine göre “silahlı çete” kapsamına aldılar. Bir sonraki adımda Terörle Mücadele Yasası’nın kapsamına alındı bu madde. Karşılarındaki yeni düşmanı “terör” ve “terör örgütü”, bütün eylemleri; grev, direniş, dilekçe, propaganda, yürüyüş “terör eylemleri” sayılıyordu. Tam bu sırada Türkiye ve Kürdistan’da Kürt ulusal direnişi hızla halk hareketine dönüşmüştü. O yüzden de dünyanın tersine, kontgerilla lağvedilmedi, Terörle Mücadele Yasası “bölücülük” suçlarını da kapsadı. Hatta Batı’ya özgü “af yasası” sayılıp, 146/1’e göre idam hükümlüler dahil serbest bırakılırken Kürt tutsakların cezaevlerinde kalış süresi 20 yıl olarak belirlendi ve onlar bir 10 yıl daha hapiste kaldı.

Sonrasını hep birlikte yaşadık; TMY, ali kıran baş kesen olup sadece komünistin, devrimcinin, yurtseverin hayatına kast etmedi; aydının, sanatçının, gazetecinin, işçinin, köylünün, esnafın, emeklinin de hayatlarına kast eder hale geldi. Zaten bu düzen ya da devlet adına ne varsa karşı çıkan herkes terörist sayıldı, terör suçlusu olarak ağır cezalara çarptırıldı. Tabii cezaları çekmeleri için de adıyla namıyla “tecrit” cezaevleri açıldı. Beni aşar ama belki bir uzmanı açığa çıkarır diye yazıyorum; son yirmi yılda kaç tecrit cezaevi açıldı acaba? 2020 yılı, 19 Aralık Katliamı, F Tip’lerini açmak için yapılmıştı. Şimdi Y Tiplerine gelmişler. Alfabenin tüm harflerinde, “yüksek güvenlikli” cezaevi olan başka kaç ülke var acaba?

TECRİTTEN ÖTE TECRİT

ABD’nin işgal ettiği Küba toprağında kurduğu Guantanamo Tecriti, Peru Aydınlık Yol lideri Gonzalo için yaptığı asansörle inilen Okyanus dibinde tek kişilik tecrit cezaevi ile Abdullah Öcalan için özel olarak hazırlanan İmralı Ada Hapishanesi bu çizginin sivri uçları oldu. Guantanamo tutsakları acayip kılıkları ve zincirleriyle Ortaçağ görüntüleriyle teşhir edildiler. Gonzalo, Okyanus dibi hüceresinde öldü, nasıl öldüğünü bilmiyoruz. Öcalan, uluslararası komplo ile Kenya’dan getirilip İmralı’ya konulurken Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi denetimine bağlanmıştı. Türk devletinin bütün yüksek bürokratları Öcalan’ın yanında düşünsel üretim stajı görürken bu Komite Öcalan’ın ağır tecrite uğramasının sorunlarıyla doğru dürüst ilgilenmedi. Öcalan İmralı’ya konulduğu günden beri, yakınları ya da avukatlarıyla, hele de dava arkadaşlarıyla katı kurallara, bozuk kosterlere, hava muhalefetine bağlanan tecrite uğratıldı durdu. AKP-MHP faşist iktidarı ise, Dolmabahçe Mutabakatı’nı çiğneyip “Çöktürme” savaşı başlattığından beri de tecriti bir bütün olarak ağırlaştırdı. Kendisi ne zaman isterse İmralı kapısı bir açıldı bir kapandı ama tecritten öte tecrit politikası ise baki kaldı. Son üç yıldır bu tür tecrit giderek tüm cezaevlerine yayıldı. Şimdi her yerde İmralı Ceza Hukuksuzluğu uygulanıyor. “Gözleme değerlendirme yönetmeliği” icadı ile cezayı ebedileştirmeye, kalan ceza sürecini; ezme, boyun eğdirme, pişman etme işkenceleri haline getiriyor. Geçtiğimiz yıl cezaevlerinden hasta tutsakların cenazeleri çıktı, çünkü tedavi imkanları hakları gasp edilerek engellendi. Şimdi gencecik insanları da o uzun yola mahkum ediyorlar; fazla su kullandın, pişman değilsin, görüşme esnasında güldün, Kürtçe türkü söyledin, çok kitap okudun, serzenişte bulundun, halay çektin, şarkı söyledin, ALES sınavına girmedin, arkadaşlarından kopmadın! Faşizmin ve ırkçılığın insan düşmanı içeriğinin güncel açıklaması bu gerekçelerde.  Bu günlerde, cezaevlerinin çok dolduğu, boşalmasına ihtiyaç olduğundan bahisle “af yasasına” ihtiyaç olduğundan söz ediliyor. Haklarını yemeyelim “kamu vicdanı”, toplumsal barış” ihtiyaçları da dillendiriliyor. Ama Öcalan’dan ya da infazı yakılanlardan söz kurulmuyor. Mesela siyasetçi Demirtaş’ın ya da gazetecilerin hapiste olmasından, düşünce suçunun varlığından rahatsızlık dile geliyor ama onları hapistetutan bütün suçlamaların TMY’na dayananarak cezalandırılmış olduklarından söz edilmiyor. Özel olarak Kürt tutsakların infaz işkencesine uğramasının anlamı üzerinde hiç durulmuyor. Yeni dünya düzeni bir bütün, onun suç ve ceza konsepti “Terörle Mücadele Yasasıyla düzenlenmiştir. Hatta basın yoluyla işlenmiş suçlar TMY’nin ilgili hükmünde ikiye katlanarak verilir. Tutsakları siyasetçi, gazeteci diye anmak gerçeği dile getirmek olsa da düzenin yargı sistemine göre terör ve terörist! Demek ki onları terörist sayan yasa ve devlet sistemine karşı çıkarak işe başlayacaksınız. Memleketin ana muhalefet partisi, arka arkaya bütün seçim yenilgilerini “teröristle yan yana duruyor” dedirtmemek için uğraşmaktan aldı. CHP, “terörist yandaşı” yaftasından korkup HDP’den uzak dururken Saray, “Sayın Öcalan’la görüşüyor”du. Bunu ifşaa etti diye Merdan Yanardağ’ı tutukladı. Af’tan, kamu vicdanın’dan, siyasetçilere haksızlıktan söz edeceklerin de ana muhalefet gibi yapmaması gerekiyor ki, etkili bir karşı çıkış gelişsin. Hedefe TMY yasasının ve ondan doğan bütün sonuçların iptalini isteyerek, tutsaklığın ve tecritin ana kaynağında duran Kürt sorunun demokratik çözümünü isteyerek, buna dair anlamlı politik ve toplumsal hareketliliği geliştirmek mümkün olur.

Tam burada bir de meselelere dünyasal ve genel durumdan bakmak gerekiyor kanaatindeyim. Bir avuç tekelci grup ile bir avuç egemen devlet “her şeyin, herkesin” müstebiti olabiliyorsa, kaybettiğimiz çok şey var demek ki. Sadece insana değil, bütün canlılarıyla birlikte doğaya, ekolojik dengeye, taşa, toprağa, madene düşman bir dünya heyulası her yere işgal, ilhak ve tecrit götürüyor. Yine de zulmün sivri ucu elbet tecrit ve Kürt halkı, örgütlü güçleriyle bütün direniş odakları. Bu kadar kapsamlı tecrit ve ölümler getiren zaman, basit bir değişim dönemi olarak algılanamaz. Mücadele görevleri de bu kapsamın karanlık niteliğine göre düşünülmeli. Adalet toplumun bütününe yayılan bir haksızlıklar zincirine karşı çıkışın programı evet ama yetmez! Eşit, özgür ve adil bir sosyal sitem olmadan ya da hedeflenmeden “adalet” de gerçekleşemez.