GÖK KRALLIĞI; RÜZGARLA MAYALANAN (ERK)EKLİK MİTOSU

İnsanın öyküsü soru sormakla başlar. Varoluşsal gerçekliğinin bilincinde olması sırtındaki yükü ağırlaştırmıştır. Sorular yeni soruları gebe bırakmış ve sayısız soruyu doğurmuştur. Varlık ile yokluk arasına sıkıştırılmış bedenini yorumlarken doğayı kendine rehber kabul etmiş ve bu yolla zihinsel örüntüler kurgulamıştır. Ne, neden, nasıl, niçin ve kim gibi sorularla varlığıyla birlikte gözlemleyebildiği tüm doğayı irdelemiştir. Bedeni (madde-ölüm) ruhun (enerji-yaşam) hapishanesi olarak yorumlarken, her mahkum gibi bu hapishaneden kurtulmayı da kendi benliğine adeta bir manifesto misali ezberletmiştir.

Doğanın(xwe-za, tabiat ‘Tanrıça Tiamat ile ilintili olması muhtemeldir’) rehberliğinde kendi gücünü ve gizemselliğini keşfeden insan, varlığını zinde tutabilmek adına, sonraki kuşaklara cevap olamadığı soruları miras bırakmış olmalı ki yarım kalan öyküsünü tamamlayabilsin. Doğanın uçsuz bucaksız evrenselliğini daha da özel hale getirip tıpkı onun gibi yenilenen ve doğuran kadını(jin) temsilci bir güce dönüştürmüştür. Kadının (jin), ruhun (ölümsüz ruh enerji) yani ölümsüzlüğe gidebilecek yolda öncü gücü toprakla birleşmiş ve insanın topluluk olarak ciddi bir devrim yaratmasını sağlamıştır. Toprağın bağrından doğan bitkiyi kendi çocuğu gibi sahiplenen kadın, Ölümsüz ruhunu adeta toprağın derinliklerine kadar üflemiş ve toprak rahmindeki tohum, giya(bitki-ot) yani ruh(giyan) olarak filizlenmiştir ve bu ölümsüz döngüyü ancak bir ölümsüz sağlayabilir dercesine kadın kutsal bir ana-tanrıça olarak görülmüştür.

Kadının bitkiyi evcilleştirmesi ile beraber bitki de insanı evcilleştirmiştir. Kutsal ruhla aynı ismi taşıyan ve bin bir zahmetle ekilip biçilen buğdayın (genim-giyan) diğer canlıların saldırısına uğraması beraberinde güvenlik sorununu getirmiştir. Bu sebeple ektiği tarlanın hemen yanına evini inşa etmek zorunda kalan insan, binlerce yıllık göçebe tarihini buğdayın bereketine feda etmiştir.

Buğdayın ekilmesi, biçilmesi başlı başına bir kültür devrimini başlatmıştır. (Çand-çandinî kürt dil etimolojisinde hem ekip biçme hem de kültür anlamına gelmektedir. Latince olan Cultura da aynı anlamı taşımaktadır.) Uzun ve meşakkatli uğraşlar sonucunda yazın buğdayı biçen insan, soğuk kış aylarına sakladığı başağı sayesinde karda çamurda hiç yorulmadan açlığını gidermiştir. Başağından arta kalan saplarını ise yaşam alanının hemen kenarına atarken farkında olmadan hayvanı da evcilleştirmenin temellerini atmıştır. (Soğuk kış aylarında beslenmek için insan alanlarının etrafında biriken sap ve samanları yemeye alışan hayvanlar zaman geçtikçe insanla birlikte yaşama uyumu göstermiştir.)

Biriken tahıl ve hayvan besisi insanı hem mutlu etmiş hem de bir o kadar kaygı ve korkuya itmiştir. Gelişen insan ve vahşi hayvan saldırılarına karşı buğday tarlalarını ve evcil hayvan sürülerini(domuz, keçi, sığır, koyun) korumak en önemli soruna dönüşmüş ve bu dışsal etkenlerden korunmak için korucu, bekçi ve çobana ihtiyaç duyulmuştur. Klanın yaşamsal ve ruhani lideri konumunda olan Ana Tanrıça kadın bilge, böylesi önemli bir kazanımın koruyuculuğunu avcı-erkeğe vermiştir. (Bu koruculuk-bekçi görevi zamanla daha sistemsel bir güç olan askeri ordu birliklerine dönüşecektir.)

Saygın bir göreve getirilen ve uzunca bir dönemi avcılıkla geçiren erkeğin bekçi-çoban konusundaki ustalığı kudretli hayvanları alt etme hikayeleri ile birleşince kabile-klan üzerindeki etkisi gün geçtikçe büyür. Artı-zamanın yarattığı boş vakitler, ateşin etrafında kümelenirken karanlık ve soğuk geceler böylesi hikayelerle daha keyifli hale gelirken aynı zamanda bu durum ileriki dönemlerde ataerkil mitosun da temel mayasına dönüşür.

Evcil bitki ve buğday sayesinde insan ömrü uzarken nüfusun da önemli ölçü de artmasına sebep olmuştur. Artan nüfus beraberinde çeşitli sorunlar getirmiştir. Köyler insana dar gelip farklı yerlere insan göçleri zaruri hale gelmiş, besin kıtlığı baş göstermiş, yönetimsel krizler derinleşmiş ve kavgalar baş göstermiştir. Kaosun belirginleşmesiyle asayiş güçlerin varlığı önem kazanmıştır. Bu durum da ordu birliklerinin başındaki komutan erkeğin işlenmez sisteme müdahale etme fırsatını doğurmuştur. Böylece insanlık tarihi ilk askeri güç otoritesinin darbesiyle tanışmış olacaktır.

Mevcut sisteme erkeğin darbesi derin kaosa yol açmıştır. O dönemin bilimsel belleği olan mitosların kadını kutsayan öğretileri karşısında aciz kalan erkek, bu değerleri zamanla sistemli bir şekilde kendine göre büyük ölçüde değiştirip ataerkil bir niteliğe dönüştürmüştür. (Kurnaz Tanrı Enki’nin, Ana Tanrıça İnnana ile mücadelesi sonucunda çalınan kutsal 104 ME yasasının çoğunun erkeği koruyan ve kollayan bir şekilde tahrif edilmesi gibi.)

Tarihte Ur, Uruk, Eridu,Kiş ve Nippur gibi ilk kentler inşa edilmiş ve başına da bir erkek tanrı konulmuştur. Her kentin iş ve işleyişine uygun tanrılar inşa edilmiştir. Kentlerdeki yönetici, ordu ve çalışan kesimi beraberinde sınıflı bir toplum yaratmış ve bu da beraberinde çelişki, rekabet, kaos, kavga ve savaş getirmiştir. Kadının yarattığı ana tanrıça kültünü toplum zihninden silemeyen erkek, buna karşın maddi iktidarını sürdürebilmenin yollarını aramış ve bu sebeple de kendi kültünü yaratmaya çalışmıştır. Yarattığı kült çoğu nokta da kadın eksenli düşüncenin değerleri üstüne çöreklenmiştir. Kurguladığı kült öz olarak inşa ettiği kentler gibi sınıfsal, hiyerarşik ve kaostan beslenmiştir. Bu da toprağa, doğaya kök söktüren gökyüzünün bayraktarlığını yapan rüzgar(ba) ve fırtınanın(bahoz) ta kendisiydi.

Kent-devlet sistemini güç ve otorite üzerinde temellendiren erkek için GÖK KRALLIĞI bulunmaz hint kumaşı olmuştur. Topraktaki tohumu dölleyen yağmur (ba-ran) rüzgarın sayesinde bulutları bir araya getirmiyor muydu? Yağmur olmadan toprak bir hiç değil miydi? Ba-ran(yağmur), rüzgar sayesinde kara(be-rf) dönüşmüyor muydu? Gök yüce ve yüksek(be-rz) değil miydi? Sorular yeni soruları doğururken toprak anaya karşı göksel baba(ba-v, ya da b-av) kültü ortaya çıkıyordu. (Ba-v; rüzgarla gelendir. B-av ise rüzgarla gelen su’dur.)

Her kült kendini merkeze alıp çevresini ona göre şekillendirir. Nasıl ki Kadın(ma-da) kültü, dişil olan çoğu nesne ve canlıya özünden yola çıkarak isimlendirmişse [dişi domuz(mi-hu), koyun(mê-şin),inek(ma-nga), dişi at(me-hîn) vb.]erkek de; otoritesini, kudretini, öfkesini ve rekabetçi hızını(ba-zdan) göksel olaylarla ilişkilendirip eril olan çoğu nesne ve canlıyı rüzgarı(ba) çağrıştıracak şekilde isimlendirmiştir. [ domuz(be-raz), koç(be-ran), şahin(ba-z), güçlü ata(ba-rgir-be-ygir) vb.]

Erkek artık sihirli kelimesini bulmuştur. Kent hiyerarşisine uygun bir gök hiyerarşisi kurmaya başlamıştır. Her bir göksel olaya bir erkek tanrı ismi atfedilmiştir. En öfkeli gök olayları en güçlü olana verilmiştir. Bu da özellikle bulutları bir araya getiren yağmurun oluşmasını sağlayan temel güç fırtına, rüzgar, gök gürültüleri, yıldırımlar, şimşekler olmuştur. Öfkeli gök olayları güçle ilişkilendirilip en güçlü baş tanrının sembollerine dönüştürülmüştür. (Sümer Su Tanrısı Enki, Hurri Fırtına ve Gökyüzü Tanrısı Teşup, Yunan Yıldırım ve Gök Tanrısı Zeus, Roma Gökyüzü ve Gök gürültüsü Tanrısı Jupiter, Mısır Gökyüzü tanrısı Horus vb.)

Gökyüzü Krallığını ilan eden erkek, gök olaylarını kendi biyolojik gerçekliğiyle benzeştirmesi(toprağı dölleyen yağmur ile yumurtayı dölleyen sperm) sistemsel olarak gücüne güç katmıştır. Kent devletçiklerinin hegemonik yapısına uygun oluşturduğu tanrı panteonu egemenliğinin çimentosu olmuştur. Kadına ait olan değerleri önemli ölçüde dejenere etmiş edemediklerini de lanetlemiştir. Örneğin kadın-toprak diyalektiğini en iyi temsil eden ve ana rahmi olan yer altını ölüler diyarı olarak betimlemiştir. (Sümer Ölüm ve yer altı Tanrıçası Ereşkigal, Yunan ölüm ve yer altı Tanrısı Hades’tir. Bununla birlikte birçok yaradılış efsanesinde Tanrı gök, şeytan ise yer altıyla örtüştürülmüştür. Yine çoğu söylenceye göre cennet gökyüzünün yedi kat üstünde, cehennem ise yerin yedi kat dibinde inşa edilmiştir.)

Erkek tanrı-kral için gök, yüksek ve yüceydi. Bunun için hiyerarşi için en güçlü en yüksekte olmalıydı. Gök tanrısının temsilcileri olan kralların yaşadıkları saraylar ve üstünde ferman verdikleri tahtları yüksek ve ihtişamlı, onlar adına yapılan eserler keza aynı şekilde göğe erişecek ölçüde yüksekliğiyle ün salmalıydı. Çünkü anıtları gök tanrısına ne kadar yakın olursa o kadar güçlü kudretli tanrılar olurlardı. (Mısır Piramitleri ve katedraller bunun en güzel örnekleridir.)

Son olarak kent devletçiklerinden imparatorluğa tek olma en güçlü olma histerisiyle donanmış ataerkil düşünce sistematiği çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa evrilip tıpkı imparatorlukların küçük devletçikleri kendi içine hapsettiği gibi Tüm tanrısal özellikler tekleşen Gök Tanrısıyla bütünleşmiştir. Şu realiteyi kabul etmek gerekir ki tüm zamansal ve teknolojik gelişmelere rağmen (erk)ek kültü halen göksel metaforlarla varlığını güçlü bir şekilde sürdürmektedir.