İnsanın toprakla ilişkisi varoluşsaldır. Yaşayabilmek için toprağa sığınmak zorunda olmuştur. Zorundalık hissi insanın toprağı gözlemlemesine olanak sağlamıştır.

KADIN-TOPRAK DİYALEKTİĞİ ÜSTÜNE

İnsanın toprakla ilişkisi varoluşsaldır. Yaşayabilmek için toprağa sığınmak zorunda olmuştur. Zorundalık hissi insanın toprağı gözlemlemesine olanak sağlamıştır. Heybesindeki tohuma gebe kalıp tıpkı anne misali doğuran, sonrasında ise yavrusunu tüm ihtişamıyla diğer canlılara bahşeden, paylaşan, bölüşen olması onu kadın ile özdeştirmiştir.

Toprak ile kadın doğuran, çoğalan ve hem bedenen hem de ruhen yenilenme özelliğine haizdirler. Aralarındaki yaradılışsal bağ, kadını toprağa yakınlaştırmış ve aralarında güçlü bir elementin doğmasını sağlamıştır. Toprak, onun bilgisizliğine öğretmen, zayıflıklarına ise güç olmuştur. Bundan ötürü de prehistorik yazıtlarda da anlaşılacağı üzere birlikte tanrısal mertebeye çıkarılıp ölümsüzlük simgeleri olarak kutsanmışlardır.

Tarım öncesi topluluklar çok ama çok uzunca bir dönemi avcılık ve toplayıcılıkla geçirmiştir. Antik tarihin ilk sanatçıları sayılabilecek mağara ressamlarınca çizilen resimlerden anlıyoruz ki erkek avcı, kadın ise toplayıcı misyonda olmuştur. Avını alt etmek için tuzak kuran, alt eden, ölmemek için öldüren erkeğin savaşkan, rekabetçi yapısını ön plana çıkarırken, ağaçlardaki meyveleri, kırlardaki çiçekleri toplayan kadının ise toprak ve bitki konusunda uzmanlaşmasını sağlamıştır.

Toprak konusunda uzmanlaşan kadının bitkileri evcilleştirmesiyle ( özellikle buğday) insanlık tarihi devrim niteliğinde bir döneme geçmiştir. Evcilleşen bitkinin mahsulleri sayesinde kışı aç kalmadan atlatan insanın artık zamanı elde etmesi ile düşünsel yönü muazzam ölçekte gelişmiştir. Bundan ötürü kadın-toprak diyalektiği yaşayan-yaşatan, doğan-doğuran, veren-doyuran, emek-güç diyalektiğiyle örtüştürülmüştür.

Anacıl toplumun tüm insanlığa hediye ettiği toprak devriminin ana yurdunun Mezopotamya coğrafyası olması beraberinde burada yaşayan kadim toplumların araştırılmasını getirmektedir. Küzey Mezopotamya dağ silsilesinde yaşayan (Hurri-Kassi-Guti) proto-kürt topluluklarının tarımı başlatan topluluklar olduğu genel geçer bir kabul olup proto-kürtçenin de bölgenin lingua francası olması kuvvetle muhtemeldir.

Toprak Ana kültünün hamurunda yoğrulan Kürtçenin etimolojik yapısı incelendiğinde toprak ile kadın arasında olağanüstü bir ilişki olduğu tüm gerçekliğiyle görülmektedir. Örneğin Kürtçede anne (de,da ve me,ma)’dan türemiştir. ‘DA-ye’ kendinden veren anlamına gelir. Ma ise mij(emmek-yeni doğan çocukla beslenme) anlamının yanında -kalan, yerleşen,yerleşmiş- anlamına gelir. Toprakla kalan bütünleşen kadın tıpkı topraktaki meyve veren bitki gibi o da doğum yaparak çocuk vermiştir. Bu yönüyle de kutsanıp ana tanrıça dönüştürülmüştür. Toprağın rahminden filizlenen ağaç ‘DA-r’, İnsanın hayat standartlarını değiştiren tahıl ‘DA-n’, tarlasının güvenliğini sağlamak için inşa edilen ev ‘DA-m’ ya da ‘MA-l’ ve önemli bir geçim kaynağına dönen toprak üzerine olası bir olumsuzluğun önlenmesi ve sükunetin sağlanması için de adalet ‘DA-d’ olmuştur.

Doğuran kadın, kendisini yenileyen ölümsüz kadın ve mevsimsel döngüyle sararıp tekrar yeşeren toprak arkaik insan bilincinde ölümsüzlük nişanesini alıp kutsanmıştır. Onun için kadın ve toprak yaşam, yaşayan ölümsüz enerji ve ruhla özdeştirilmiştir. Hint-Avrupa dil Etimolojisinde (J-Z-G) harflerinin zamanla birbirine dönüştüğü dil bilimcileri tarafından belirtilmiştir. Yaşamın simgesi olan kadına ‘Jin’ denilmiştir. Jin, jiyan olmuştur. Bedene ruh veren enerjiye ‘giyan’, toprağın altında filizlenen ota ‘giya’,filizlenmenin kendisine ‘zîlda’ ve insanlığın evrensel beslenme kültüne dönüşen buğdaya ise ‘genim’ demiştir. (Büyük bir olasılıkla ölen bedeni toprağa gömme ritüeli ile ölü tohumun toprakta filizlenmesi arasında analoji kurularak insanın tekrar yaşayabileceği düşünülmüştür.)

Değişen zaman ve sistemsel değiş tokuşlar elbette toprak üzerinde önemli etkenler oluşturmuştur. Anaerkil topluluklarda toprakla, emekle, tarımla ve bereketle simgelenen kadın tanrıça mitoslar (Xebat-Hurri, İnanna-Sümer, Tiamat- Babil, Kibelle-Frigya,Hera-Yunan vb.) ana-toprak değerleri üzerinden yeni bir sistem inşasını darbeci bir mantıkla devşiren ataerkil tanrıların bu mitosları değiştirdiklerini görmekteyiz. En güzel örneklerinden bir tanesi de Babil Tanrısı Marduk’un bereketle, bitki örtüsüyle ilişkilendirildiği görülmüştür. Yine Babil yaradılış mitosu Enuma Eliş’ten semavi inanışlara geçen ilk insan Adem’in topraktan yaratılması da bu durumla ilintilidir.

Son olarak tabiata dıştan eklemlenmiş ve doğa dışı sentetik bir baskı sonucu açığa çıkan ataerkil sistem, toprak ve kadın üstünde akla hayale gelmeyen bir tahakküm istenciyle var olagelmiştir. Her türlü hile, savaş, çarpıtma ve iktidar oyunlarının yanında tarihte eşine az rastlanır ceberut yöntemlere rağmen kadın ile toprağın sosyo-ekolojik bağı daha fazla güçlenmiştir.