"Tarihsel bellek, doğa içinde belki de en cılız canlılardan biri olan insanın yaşayabilmesi için atadan çocuğa geçen bilgi ve deneyim mirası olur."

TARİHSEL BELLEĞİN DOĞUŞU, GELİŞİMİ VE DÖNÜŞÜMÜ ÜSTÜNE     

İnsanlık tarihi, maddi gerçekliğinin bilincine varan insanla başlar. Öncesi, anı ve sonrasını organize edebilen bilinç, insanı doğa karşısında avantajlı hale getirmişse bile zorlukları karşısında onu epeyce zorlamıştır. Zorluklara karşı yaşayabilmesi için bilince çıkardığı tecrübelerin bir belleğe dönüştürme gerçeği bu hakikat ışığında doğmuştur. Belleğin sözlü ya da yazılı aktarımı ise tarihsel belleğin temellerini oluşturmuştur.

Tarihsel bellek, doğa içinde belki de en cılız canlılardan biri olan insanın yaşayabilmesi için atadan çocuğa geçen bilgi ve deneyim mirası olur. Edinilen miras, doğa karşısında güç dengelerini değiştirme potansiyeli taşıdıktan sonra insanın tarihsel bellek algısını da değiştirmeye başlamıştır. Elde edilen güç ile hükmetme becerisi gelişmeye başlayan insan, tarihsel belleği menfaatleri doğrultusunda kullanma ya da yazma eğilimine girer. Bu durum beraberinde güç dengeleri oluşturur yani güçler arası iktidar eğilimini tetikler. Tetiklenen eğilim, korkunç savaşların ayak sesi olup tarihsel belleğin de yapısal ve amaçsal döngüsünü değiştirmek durumunda bırakır.

Tarihsel bellek artık gelişmişlik kadar geri kalmışlığa ve uygarlaşmak kadar barbarlaşmaya sebep olmuştur. Onun kılavuzluğunda ilerlemek insan için, hem tarifi imkansız konfor ve iyilik hem de cinnet geçirten korkunç bir kötülük olmuştur. Bu paradoksal durum şöyle açıklanabilir; Konfor ve iyilik olmuş çünkü kayıt altına aldığı bilgi kırıntıları sayesinde dünyaya sığmaz olur ve uzay denizine dahi demir atabilmesini sağlamıştır. Cinnet geçirten korkunç bir kötülük olmuş çünkü akla hayale sığmaz savaşlar ve soykırımlara sebebiyet vermiştir.

Peki çetin miras kavgalarına tanıklık ettiğimiz tarihsel belleğe yön veren ve yazan muktedirler kimlerdi? Yazıldığı ya da anlatıldığı gibi iyiler miydi, ya da aksine çok mu kötülerdi? Amaçları neydi? Savaşlarını, kavgalarını, zaferlerini, yenilgilerini icat ettiklerini, keşfettiklerini neden iştahla anlatma ya da yazma yoluyla ardıllarına bırakma eğilimine girdiler? Doğruya ya da sonradan yanlış olduğu kabul görülen düşüncelere nasıl ölesiye, öldüresiye inanabildiler? Sorunun başka bir soruyu gebe bıraktığı böylesi süreçler için cevaplar gereğinden çok daha fazla mühimdir. Cevapları önemli kılan ise başka bir soruya ışık tutma kabiliyetleridir.

Sıraladığımız sorulara verilebilecek onlarca cevaplardan birisi de tarihsel belleğin gelişim süreçlerinde iktidar olan düşüncenin inşa ve yaratımı ile ilgili olması muhtemeldir. Hükmeden düşüncenin otoritesini kalıcı hale getirmesinin temel taşı, enerjisini sistemsel bir güce evirmesidir. Yaratılan sistem sayesinde genel çerçeve niteliğindeki kaideler tarihsel belleğe işlenir. Bellekten aktarım aygıtlarına gönderilir ve sonrasında virüs misali birey-toplum diyalektiğine enjekte edilir. Enjekte edilen fikirler sayesinde hakim düşünce kendi sistemliliğini devam ettirmeyi başarır. Zamansal akış içerisinde kendini devam ettirebilme enerjisine, gücünü ölümsüz kılabilecek ikna araçlarına ve en önemlisi erk anlayışını birey-toplum nezdinde kutsal bir tabuya dönüştürmeyi büyük ölçüde başarır.  

Spesifik sorulara cevap olma niteliğinden çok soru olma arayışının izlerine aslında tarih boyunca rastlamaktayız. Hükmetme kudretine erişen erk-anlayış, zamanla oluşturduğu rasyonel ya da irrasyonel düşünsel yapısını toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet ettirme uğraşına sarılır. Onu bu eğilimin içerisine sürükleyen temel sebep şüphesiz kesintisiz güç kalabilme isteğidir. Kesintisiz güç olmak için de baskı aygıtları yetersiz kalır. Toplumun en ücra noktalarına onu götürebilecek ikna aygıtlarına ihtiyaç duyulur.  Bu aygıtları hizmetine sokmak ve kendi perspektifini kabul ettirmek için de kanla elde ettiği zaferlerden çok daha büyük bir zihinsel savaşa girer.

Tarihsel belleği kendi argümanlarına göre dönüştürme süreci sancılı ve kaotik geçse de sonuç çoğu kez egemenin lehine sonuçlanmıştır. Elde edilen galibiyet sonrası zaman, mekan ve oluş üçlemesi mühendislik dokunuşlarla toplumun ideolojik ve baskı aygıtları olan aktarım araçları üzerinden bireye ustalıklı bir tarzda zerk edilir.  İnsan ömrünü aşan bir süreç sonucunda erkin genel geçer yasaları, mevcut neslin hafızasına mutlak doğru olarak kazınır. Kazınan doğrular, zamanla kuşaktan kuşağa aktarılan bir toteme dönüştürülür. Totemler de kutsanmış tabular olarak toplumun her yanına yayılır.

 Tarihsel belleğin kim tarafından yönetileceğini belirleyen baskı aygıtları olurken ona yön veren ise aile, inançsal mitler, eğitim, felsefe ve bilim gibi aktarım aygıtları olmuştur. Özellikle aktarım aygıtları toplumun ikna ve rıza mabetleri haline gelmişlerdir. Bu aygıtlar, doğuş halinde toplumsal iken zamanla güç-otorite dengelerinin hizmetkarı haline getirilmiştir. Yani özcesi toplumsal oldukları kadar sistemseldirler. Güç odaklarının elinde yeniden inşa süreçlerinden geçirilmiş ve egemen anlayışa hizmet eder konumuna sokulmuş mekanizmalardır. Tek ve basit bir görevleri vardır o da hükmeden paradigmanın meşruiyetini ve sürekliliğini sağlamadır.

Birbiriyle ilintili ve ilişkili olan bu aygıtlar doğumdan ölüme kadar bir program halinde ilerler, gelişir ve geliştirir. Kendini sürekli aşma eğilimi gösterir ve dönemin ihtiyaçlarına göre yeniler. Yalnız yenilenmiş, kendini aşmış ve revize edilmiş gibi görünseler de değişmeyen bir ana omurgaları vardır o da hizmetkarı oldukları efendiye riayet etme kabiliyetleridir.

Tarihsel belleğe yön, yol ve yordam veren aktarım aygıtları kısaca şu şekilde ilerler; Birey daha doğar doğmaz aile tarafından belli kalıplar çerçevesinde büyütülür. İnançsal mitler ve kutsal metinler sayesinde tabi olduğu sistemin kutsallığına inandırılır. Onun çizdiği sınırlara bağlı kalarak özenle büyütülür. Ona, ne yemesi, neyden korkması neyi yapması, neyi sevmesi gibi onlarca şey öğretilir. Ona verilen öğretiler, eğitim yoluyla daha standart ve genelleyici bir çerçeve haline getirilir. Son aşama olarak da felsefe ve bilim gibi genel kabul konusunda güç-otorite konumunda olan kurumlar sayesinde öğreti temellendirilir, mantığa büründürülür ve zihnin dört bir yanına örümcek ağı misali örülerek güçlü bir hakikate dönüştürülür. Bu işlemlerden sonra birey artık kendisi değildir. O kendi toplamından çok daha fazlası olan ve sistemin değerlerine iliklerine değin inanan biri haline gelmiştir.

Sistemin güçlü tapınakları olan bu kurumlar başarılı görünseler de illa ki küçükte olsa bir boşlukları, eksik ve zayıf yanları olmuştur. Bu heybetli kalelerin basit görünümlü noksanı, devasa üretim fabrikalarının bantlarındaki defolu çıkan ürünlere benzer. Burada sonuç-süreç-yeniden sonuç ilişkisi vardır. Defolu ürün, olağan bir sonuç olarak karşılanır ve önemsemez. Süreç, basit bir defo gibi görünen ürünün fabrikanın marka değerini düşürecek kadar önemli hale gelir ve fabrikayı batma derecesine getiren yeniden bir sonuç ortaya çıkabilir.

Hafife alınıp çarkın dışına itilen fabrikadaki ürünü birey olarak değiştirirsek şöyle bir tabloyla karşılaşırız; Bireyi mevcut genele entegre etmeye çalışan kurumlar, süreç içerinde bazı aksaklıklarla karşılar ve bundan dolayı bazı bireyler çarkın dışına itilir. Bu sonuç olağan karşılanır ve önemsenmez çünkü dışa atılan bireyler çelimsiz, cılız ve zararsızdır. Fakat süreç içerisinde gözden kaçırılan önemli bir durum fark edilir o da sistemin dışına itilen bireyin zayıf olduğu kadar güçlü olmasıdır. Onu güçlü kılan en önemli olgu ise dışta kalmanın avantajıyla iç organizasyonu gözlemleyebilmesi ve sistemdeki mekanikleşen çarkın bilincine varmasıdır. Bilinci açığa çıkaran ve yeniden bir sonuç yaratacak olan o cılız birey, karanlığı yırtan küçük bir ışık misali olağanüstü kaleleri bile alaşağı edebilecek güce erişebilir.

Tarihsel belleğin arşivleri incelendiği vakit, sistemin çarklarında yetişirken dışına çıkan-itilen onlarca örnek olaya rastlanır. Bu örneklerden birkaç tanesi üzerinde durulabilir. Mesela; ölümü pahasına ateşi insanlara hediye Prometheus, Olimpos tanrıların kucağında yetişmiştir.   Baldıran zehrini şerbet niyetine içen Sokrates, Antik Yunan döneminin kurumlarında işlenmiştir. Yahudiye eyaletindeki yozluklara itaat etmeyi ret edip, çarmıhta hakikat çığlığı haline gelen Nasıralı İsa, karşı çıktığı Yahudi öğretilerin mahzeninde mayalanmıştır. Roma Arenalarında direnişiyle kölelere ilham olan Spartaküs, Roma seçkinlerini heyecanlandıran güçlü bir gladyatör olmuştur. Tarihin en kapsamlı kütüphanesi olan İskenderiye’de doğa, felsefe, mantık, matematik ve astronomi alanında araştırma yapan ve bağnazlara karşı tutumundan ötürü Cyril taraftarlarınca bedeni parçalanan Hypatia, köle-efendi ilişkisinin yoğun yaşandığı pagan geleneğinde yeşermiştir. Bağdat sokaklarında sapkın inançlara karşı insanın kudretini ve izzetini En-el hak diye haykırırken derisi bedeninden yüzülen Hallacı Mansur, Abbasi döneminin din-iktidar ekseriyetinin girdabında olgunlaşmıştır. Cellat tarafından giyotine götürülürken bile kitap okumayı ihmal etmeyen ve nerede kaldığını unutmamak için okuduğu kitabın arasına ayraç koyan Kimyager Lavoisier, Avrupa’nın orta yeri olan Fransa’da kişilik kazanmıştır. İdam edileceğini bile bile ‘bende bu yayladan şaha giderim’ diyen Pir Sultan Abdal ise öğrencisi olan Hızır Paşaların döneminde kamili erdeme ulaşmıştır.

Örnekler çok daha fazla artırılabilir ama burada somutlaştırmaya çalıştığımız aslında sistemsel bütünlüğün ve illüzyonun güçlü göründüğü süreçlerde sistem dışılığın cılız gibi görünen bir örnekleminin bile tarihsel belleğin dönüşümünde yarattığı yankı, etki ve tepkisini gösterebilmektir.

Sistem dışından yükselip yayılan çığlık; hem mevcut sistemsel güç odakları, hem toplumsal dinamikler, hem de tarihsel belleğin dönüşümü ve yeniden yazılımı açısından önemli gelişimlere gebe bırakır. Mevcut otorite kendini devam ettirme eğiliminde ısrarcı olurken onu derinden sarsan sistem dışı potansiyel, objektif ya da subjektif bir şekilde değişimi dayatır. Yaşanan kaotik süreç, tarihsel diyalektik açısından kayda değerdir ve tarihsel belleğin yeniden yapılanması açısından eşsiz fırsatlar doğurabilir. Ya da kurumlara hükmeden gibi görünse de benzeşir. Değişen ya da değişmiş gibi görünen sadece devir teslim töreni olur, taht ve taç değişmez, değişen sadece baş olur.