'Necmettin Büyükkaya işkence ile katledildi. Necmeddin’in katledilişi sıradan değildi. Onun son 15 yıllık siyasi yaşamında izlediği Kudistani siyasetin, birliğe vurgu yapan duruşun cezalandırılması idi.'

Ocak 1984 direnişi ve Necmeddin Büyükkaya

Zinarê Mezin adı Eylül 1983 ve Ocak 1984 direnişlerinde öne çıktı: Necmeddin Büyükkaya. Tutsaklar onun soyadını Kürtçeye çevirerek işkencecilerin anlayamayacağı bir şifre isim yaratmışlardı. Eylül direnişinde 35 Hücre 3 katta onun kaldığı hücrenin bitişiğindeydim. Onu yakından tanıma fırsatım oldu. DDKO yargılamalarından ve Siverek’teki Türkiye İşçi Partisi çalışmalarından babamı biliyordu. Sohbetimizin bir kısmı Siverek üzerineydi. Çoklukla, devam eden direniş ve dışarıdaki gelişmelerle ilgili idi. Sık sık hücresinden çıkardı. İdare ile yapılan görüşmelere o da katılırdı. Bu görüşmelere giderken bizim hücre önüne gelir ayak üstü sohbet ederdik. Eylül direnişinde henüz normal okuma kitapları verilmiyordu bize. Ama yabancı dil öğrenme kitapları serbestti.  Onun İngilizce öğrenme kitapları vardı. Duvarların arkasında gürül gürül akan bir siyasal yaşamanın varlığını iyi biliyordu. Hazırlığı bunaydı.

Necmeddin Büyükkaya’nın birçok olumlu, pozitif, öncü ve önderlik özelliklerini sıralamak mümkündür. Ama onu direnişlerde sembol kılan özellik her durumda birlikten yana oluşudur. Kürt halkının birliği, siyasi partilerin  birliği ve dayanışması, örgütler arası ortak hedefler belirleme yolunda disiplinli ve kararlı duruşudur.

Bu özelliğini dışarıdaki devrimci hareket içinde edindiği tecrübelerle oluşturduğu kesindir. Yeri gelince Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile eyleme katılmıştır. DDKO kurucusu olmuştur. Mücadelenin gerileyen ve yükselen anlarına tanık olmuştur. Bu süre içinde tehlikeleri göze almaktan çekinmemiştir. Belki birden fazla örgüt içinde yer almış, onun taraftarı, kurucusu, önderi ve yöneticisi olmuştur. Ama yaptığı her değişiklik tercih ettiği her yeni oluşum, onu Kurdi ve sosyalist politikasından uzaklaştırmamış, tam tersine Kürt halkının birliğinden yana, Siyasi grupların birliğinden yana tercihini her zaman güçlü ve canlı tutmasını bilmiştir. Çok sınırlar aşmıştır bu faaliyetlerinde. Parça değil bütünü düşünmüş ve öyle hareket etmiştir. Onun zihninde tek bir Kurdistan vardı.

Cezaevine gelirken de bu özelliğinden taviz vermedi. Birlikten yana oldu. Kolektif hareket etti. İşkencecilerin parçala ve yönet politikasını hem ülke sathındaki uygulamaların hem de zindanda teslim alma ve ihanet ettirmedeki politikalarının bilincindeydi.

Yoğun işkencelerin olduğu, itirafçılaştırma politikalarının dorukta olduğu bir dönemde geldi.  Cezaevine gelir gelmez, direnişin örgütlendiği, devam ettiği 35 Koğuşa geldi. Eğer bilinçli bir tercih yapmasaydı işkenceci idare onu bu koğuşa vermezdi. Bu koğuşta birçok örgütün temsilcileri vardı. Onlara yakın olmak, onların yaşam ve direnişlerine ortak olmak, bu koşullardan kurtulmak için görüş ve hareket birliği yaratmak onun temel amacı idi.

İşkenceciler grup ayırımı yapmaksızın, kişi ayırımı yapmaksızın topyekûn saldırıyordu. Saldırının hedefinde Kurt halkının kendisi vardı. Kürt halkının umut ve özlemlerini, kimlik ve özgürlük taleplerini savunan, bunu için bedel ödeyen devrimciler vardı. Böyle bir ortamda birlik olmanın dışında, ortak hareket etmenin dışında bir şans da kalmamıştı. Zinarê Mezin adı önce hücreler arası seslenişlerde duyulmuştu. Sonra koğuşlar arası ilişkilerin sağlanmasında ve direnişin örgütlenmesinde duyuldu.

1983 Eylül direnişindeki kazanımlarımızı işkenceci yönetim hazmedemedi. Yeni bir saldırıya geçmek için zamanı kolladı. 1983 yılı Kasım ayında darbe sonrası ilk seçimler oldu. Turgut Özal başkanlığında ANAP Hükümeti kuruldu. Hükümet darbecilerden hükümeti devralırken, onun uygulamalarını da devraldı. İdam politikasına devam edildi. Cezaevindeki kazanımlarımızı geri almak için Ocak ayını bekledi. Yeni yıl ile saldırı başlatıldı. Her şeyin Esat Oktay dönemi gibi olacağı, tehditler eşliğinde söylendi. Tutsaklar buna karşı koğuş kapılarına barikat kurarak yanıt verdi. Siverek’ten getirdikleri komandolar eşliğinde tek tek koğuşları basıp tekrar teslim olmayı dayattılar.

Buna karşı tutsaklar artık tecrübesiz değildi. Ölüm orucu eylemi başladı. Her gruptan devrimciler bu eyleme katıldı. Destek açlık grevine de, zaten ilk gün 3 bin kişi birden başlamıştı. Fiili direniş, itirafçı koğuşu hariç, tüm cezaevini kapsamıştı. Bu direniş için de Yılmaz Demir ve Remzi Aytürk işkenceyi protesto etmek için kendilerini feda ettiler.

Necmettin Büyükkaya işkence ile katledildi. Necmeddin’in katledilişi sıradan değildi. Onun son 15 yıllık siyasi yaşamında izlediği Kudistani siyasetin, birliğe vurgu yapan duruşun cezalandırılması idi. Aynı yıllar içinde, 1966 yılında Faik Bucak’a kurulan tuzak, 1971’de iki Sait’e kurulan tuzak, Hayri, Mazlum, Kemal gibi devrim öncülerinin zindanın dört duvarı arasında hedef yapılması, 1989 da Qasımlo’nu katledilmesi gibi, devrim öncü ve önderlerine sömürgeci merkezlerde verilen kararın uygulaması olarak ortaya çıkan siyasi hedefi olan bir katliamdı. Bu katliamlara giden anlardaki gelişmelerin ayrıntıları bunun tek elden yönetildiği bilgisini vermektedir.      

En son da Ölüm orucunun 60’lı günlerinde devam ettiği bir sırada, Cemal Arat ve Orhan Keskin Mart ayı başlarında günü şehid düştüler.

Ocak direnişi göğüs göğüse devam eden bir çatışma idi.  Çok yönlü bir meydan muharebesiydi. Bu çarpışmada yine direnenler kazandı. Mart ayı içinde direniş tutsakların isteklerinin kabulü ile sonuçlandı.

Bu direnişin başarısı ile cezaevlerinde artık fiili ve zihni olarak teslimiyet dönemi sona erdi.

Zindan direnişi, “insanlık onuru işkenceyi yenecek!” diye haykıran tutsakları haklı çıkardı. Tutsaklar borçlu olduğu halkına karşı mahcup olmadı. Büyük bir onurla ve tecrübelerle dolu olan zindan direniş bayrağını, dışarının engin ovalarında yürüyen halkın özgürlük mücadelesine onurla teslim ettiler.

Ocak 1984 direnişin en önemli tarihi rolü budur, diye düşünüyorum.

Belki bu tarihten sonra da zindanlarda işkenceler eksik olmadı. Tutsaklar belki içerinde, zindanda kalmaya devam ettiler: on yıl; yirmi yıl, otuz yıl ve daha fazla kaldılar. Hem de on binlerle zindanlarda kaldılar… Ama bu direnişlerden sonra asla bir daha teslimiyet zindanlarda yer bulamadı. Oralar hep direnişin, üretimin, kendini geliştirmenin yerleri olarak kaldı.

Şimdi aradan 40 yıl geçti. Ebetteki orası bir insan hakları hafıza müzesi olarak sonsuza kadar kalmalı.  O acıları, o işkenceleri yaşayan ve buna karşı direnen kişiler, şimdi yine fikirleri, siyasal görüşleri farklı olabilir, ama 5 Nolu zindanının müze olması konusunda herkes hemfikirdirler. Ortadoğu’nun ortasında, Kürdistan’ın kalbinde yer alacak olan bu insan hakları müzesi, inanıyorum ki tüm halkların özgürlük ve demokrasisi için, bağımsız ve özgür bir kişilik için ve kadın özgürleşmesinde bir eğitim abidesi olacaktır.

Ancak bugünkü egemenlerin zihinsel yapısının ve uygulamalarının 12 Eylül zihniyetinin bir devamı olduğunu da unutmamak lazım. Onlar egemen iktidar sahipleri olarak kendi rızalarıyla, burayı Müze yapmazlar. Ya da geçici, oyalayıcı bir politika izleyerek bu tarihsel ve toplumsal talebi unutturan bir yaklaşım içine girerler. Müze fikri darbecilerin devamcılarına bırakılmayacak kadar ciddi bir fikirdir. Buna tüm halklar, tüm insanlar, parti ve gruplar sahip çıkmaları gerekir. O direnişi yaratanlar birlik ve beraber olmanın nelere kadir olduğunu iyi bilirler. O halde bizler de her konuda İnsanlık onurunu, Kürt halkının onurunu düşünerek birlik adımlarımızı her şeyin üzerinde tutmalıyız. 

Irfan Babaoglu