ALIŞMAYACAĞIZ YARATILAN ENKAZA

Birçok kaynakta geçen ve ders niteliği taşıyan bir hikayeyle başlamak istiyorum konuya. Olay Hindistan’da geçiyor. Bir fil yetiştiricisi, bir yavru fil alır, ona bakar ve onu yetiştirir. Bir yere gitmesin diye, iple bir demir kazığa bağlar. Fil İlk etapta, bağlı halde olmayı istemez ve bu esaretten kurtulmak için var gücüyle savaşır. Fakat çabaları sonuçsuz kalır. Çünkü bağlı olduğu yer, gücünün çok çok üstündedir. Bu durum yıllarca böyle devam eder durur. Aradan zaman geçer, fil büyür ama esaret yine devam eder. Oysa, o kazığı yerinden söküp atabilecek güce çoktan gelmiştir. Fakat filin böyle bir girişimi ya da çabası olmaz. Çünkü, ona dayatılan sonra da öğretilen ve zaman içersinde onun çaresizliğine dönüşen o esarete alışmıştır artık.

***

Alışmak ya da alıştırılmak… 

Tıpkı bu hikayede olduğu gibi. Değişmesi mümkün olan şeylerin değişmeyeceğine, değiştirilemeyeceğine inanmak, inandırılmak. İnsanlık var olduğundan beri süregelen bir kabullenmişlik hali var. Kendi gücüne inanmak yerine öğrenilmiş çaresizliğin içinde ya yok olup gidiyor ya da karşısındaki şeye benzeyerek, onun gölgesinde kendi benliğinden habersiz bir hayat sürdürüyor. Ruhsuz ve hiçlik içinde. Sorgulanmayan, karanlık, renksiz, yönü ve amacı belli olmayan bir hayat… Bu çok acı verici doğrusu. Aslında çürümüşlük denilen şeyin tanımlandığı nokta burdan başlıyor. Kendinden uzaklaşma, amacını, hedefini ve isteklerini unutma, bıkkınlık, tükenmişlik, alışılmışlık ve kaçınılmaz son, yok oluş…

***

Peki ama nasıl olur da insan kendi gücünden, benliğinden, kişiliğinden, doğrularından, inandıklarından, en önemlisi de düşüncelerinden doğan o eşsiz gücünü devre dışı bırakarak, başka bir şeyin ya da başka birinin esaretine girebilir, daha da kötüsü bunun içinde eriyip, yok olmayı seçebilir?

***

Nasıl olur da insan, yanlış olarak gördüğü şeyleri hiç sorgulamadan öylece kabullenebilir ya da sorguladığı ve anladığı halde ses çıkarmayabilir?

***

Çünkü, alıştık, Alıştırıldık…

Savaşa, yıkıma, ölüme, zorbalığa, zulüme, zalime... Ruhsal ve bedensel her türlü saldırıya, istismara... İnsan, hayvan ve doğa katliamına... Asimilasyona, yozlaşmaya, kendinden olmayanı-kendisi gibi düşünmeyeni-hissetmeyeni yok etmeye, farklı olanı yeryüzünden silmeye, ötekileşmeye- ötekileştirmeye, yarattıkları her türlü enkazı görmezden gelmeye, cahilin cesaretine, ihanete, yalana... Kendi çıkarları uğruna bir insanı bir halkı ya da bir ülkeyi uçurumdan aşağıya doğru itmelerine, ha bıraktılar ha bırakacaklar telaşına, korkuya, kine, öfkeye ve nefrete alıştık, alıştırıldık… "Bana dokunmayan bin yıl yaşasın" dedik.

***

Evet alıştırıldı insanlar bütün bunlara… Çünkü alışmaya hazır çok insan vardı… kimi zaman zor kullanılarak, kimi zaman çaresizliğin, bilmezliğin, bilgisizliğin, cahilliğin, yokluğun içinde mecbur bırakılarak, kimi zaman da uyumlu hallerinden fayda sağlanarak…

***

Tarihin karanlık ve tozlu sayfalarına baktığımızda; zamanın, koşulların ve kişilerin değiştiğini ama zulümlerin, zalimlerin, savaşların sebep-sonuç ilişkilerinin, yıkımların, ölümlerin, ortaya çıkan enkazların hiç değişmediğini; bir bedenden öbür bedene girerek, şekil değiştirerek, daha da arsız bir güç sahiplenerek yeniden ortalığı kasıp kavurduğunu görürüz.

***

Çünkü alıştık, alıştırıldık…

Çünkü; büyük bir çoğunluk bu durumdan hiç rahatsız olmadı. Onların; cesareti ve kendine olan inancı eksikti. Çıkarları her şeyin üstündeydi. Onlar, karşı durmak yerine, birbirleriyle kavga ederek, sürecin içinde eriyip yok olmayı seçtiler. Kararlı ve onurlu bir direniş ortaya koymak yerine, kabul etmeyi ve uyumlu olmayı seçtiler. Karşı oldukları şeylere hiç bulaşmadan başkalarının ses çıkarmalarını, karşı durmalarını, bedel ödemelerini beklediler. Kendisine dokunmayan her şeyi kabul etmekte, desteklemekte ve uygulamakta buldular çözümü.

Çünkü en kolay yol buydu…

Kaçınılmaz haliyle; alıştık, alıştırıldık bir sonrakine…

***

Doğa katledildi yerine yapılan gösterişli AVM’lerle doğa katliamına alıştırıldık. Tarihi değerlerin, kültürlerin, geleneklerin yok edilmesine karşı sessiz kalmaya alıştırıldık. Kadınların, çocukların, hayvanların bedensel ve ruhsal saldırılara maruz kalmalarının hatta öldürülmelerinin arsızca bağlandığı nedenlere alıştırıldık. Suçluda ‘iyi hal’ aramaya, bulmaya sonra onların affedilmelerine alıştırıldık. İnsanların sokak ortasında şiddet görmelerine, kaçırılmalarına ve öldürülmelerine alıştırıldık. Her yeri yakıp yıkan yobaz güruhun hiçbir engellemeyle karşı karşıya kalmadan, korkmadan daha da cesaretlendirilerek ardı arkası gelmeyen çirkin ve kokmuş söylemlerine ve saldırılarına alıştırıldık. Okullardaki eğitim sisteminin yerle bir edilişine tanık olduk ve o sürecin devamlılığına alıştırıldık. Irkçı söylemlere ve uygulamalara alıştırıldık. İnsanları fakirleştiren, yozlaştıran, sapıklaştıran; kendilerini ise zenginleştiren sözde hacılara, hocalara ve dedelere alıştırıldık. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel çöküntülere dair sorular sormamaya alıştırıldık. Haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik karşısında söz söylememeye, taraf olmamaya alıştırıldık... Bize dokunmadıkları sürece, içimizden istedikleri kişileri yaka paça götürmelerine karşı çıkmamaya alıştırıldık.

***

Çıkarlar uğruna durmadan değişen iç politikaların yarattığı enkaza, açlığa, yoksulluğa, yolsuzluğa, hırsızlığa alıştırıldık.

Yapılan zamlarla kuru ekmeğimizin parasını dahi delik cebimizden söke söke almalarını izlemeye alıştırıldık...

Çiftçilerin, işçilerin, emekçilerin haklarını ve emeklerini gasp ederek, değersizleştirerek çiftçiliği, hayvancılığı, tarımcılığı yok etmelerini izlemeye alıştırıldık. Emek sarfetmeden, üretmeden tüketiciler çarkının dişlerinden biri haline gelmeye alıştırıldık.

Sınırları ihlal eden kanın kokusuna, masum insanların öldürülmelerine alıştırıldık. Bizden olmayan yerlerin yakılıp yıkılmasına, yerle bir edilmesine, hatta "iyi oldu, iyi yaptılar" diyenlere karşı tek bir söz söylememeye alıştırıldık. Çıkarlarına ters düşen her bölgeyi, her kesimden insanları terörizm ile nitelendirmelerini normal ve haklı görmeye alıştırıldık. Muhalif olan; bütün hukukçuları, basın kuruluşlarını, sanatçıları, siyasetçileri, partileri, inançları, düşünceleri, haktan-hukuktan-adaletten-eşitlikten söz eden her kesimden insanları pasifize etmelerini, içeri atmalarını korkuyla ve hayretle izlemeye alıştırıldık. 

İnsanlar arasında derin uçurumlar açarak birbirini boğazlayan insanların; kinine, öfkesine ve nefretine alıştırıldık.

Depremlerin, yağmurların, sellerin, felaketlerin, hastalıkların, açlığın, sussuzluğun, kadın, çocuk insan ölümlerinin bölge bölge, ırk ırk, dil dil, din din ayrıştırılmasına alıştırıldık.

Umutsuzluğa, riyakarlığa, sevgisizliğe, bencilliğe, şiddete…

Daha da ötesi; çocukların ve annelerin gözlerinde donup kalan acıların şiddetine alıştırıldık.

Peki nasıl kurtulabiliriz bu esaret dolu ve yıkım getiren alışkanlıklardan?

Korkunun, şiddetin, haksızlığın, hukuksuzluğun, eşitsizliğin, hırsızlığın, yalanın, ötekileştirenin ve her türlü zulüm karsısında tarafsızlığın yüzsüz astarını yırtarak...