YAŞAMAK DA ÖLMEK DE EŞİT OLMALI

Siyasetin kire bulanmış yüzünden, insanları; ayrıştırıcı, zayıflatıcı, öldürücü ve yok edici dilinden öyle yorgun düşüyor ki insan!

Bu mesleği seçerken, toplumun gelişmesine, büyümesine, güzelleşmesine, ileriye taşınmasına ve insanların daha ilkeli, özgür ve eşit bir biçimde yaşamasına katkı sağlayabilirsem ne âlâ, dedim.

Ama tüm değerleri çürüten şu siyasi dil ve anlayış her alana, her insana, her kuruma öyle çok sirayet etmiş ki, bunları temizlemek uzun, ciddi ve istikrarlı bir mücadele gerektiriyor. Gördüklerim, duyduklarım beni her gün şaşırtsa da, ümitsizliğe kapılmanın hakkım olmadığını biliyorum. Bu anlayış, fikrimizde ve yaşam tarzımızda yeri olmadı, olacağı da görünmüyor. Her sabah bu umutla ve düşünceyle güne merhaba demeyi diliyorum, bir önceki günün ağırlığına rağmen. Ama, ötekileştirilenlerin ölümleri, nornal ölümlerden çok daha fazla yük yüklüyor omuzlarımıza. Bu acıların dili, dini, ırkı ve vatanı yok. Onun çok daha ötesinde, çok daha derinlerde. Nerde olursan ol gelip buluyor insanı. Sınırın bu yakasından öbür yakasına sıçrıyor ve yakamıza yapışıyor, koparana kadar bırakmıyor bizi.

Yakamızda isi ve izi hâlâ duruyor. Ne yana gidersek gidelim, alnımızda ölüm fermanımızı taşıyoruz.

Ne büyük ve dayanılmaz bir acı!

Neden diye sorduğumuz soruların cevabını bizden başka bilen yok. Bilmek isteyen de yine bizden başkası değil. Hem nedeni de yok zaten. 'Ama' ile başlayan her cümle aslında yaşadıklarımızın sürdürülebilirliğidir. Oysa her milletin, her insanın sahip olduğu haklar; şartsız, koşulsuz ve amasız olmalı. Yaşamak da ölmek de eşit olmalı. Kardeşlik söylemlerinden öte her insan, diğerinin yarısı kadar olmalı. Yani denk düşmeli. Terazinin bir tarafı, diğerinden daha ağır basmamalı. İşte o zaman, birlikte yaşamak da yan yana durmak da daha mümkün olabilir ve böylelikle her şey anlamını koruyabilir. Daha da önemlisi, daha insanca olur. Ne zamanki bu anlayış ve söylem bu topraklarda hüküm sürmeye başlar, işte o zaman adalet ve ahlak denen denge sağlanmış olur.

Yüzümüze resmedilen güneş kavrukluğu kimliğimizi ele veriyor. Bu dahi yeterli bir neden ölmemiz için. Doğduğumuz, doyduğumuz yerin üzerinde kara bulutlar hiç eksik olmuyor ki, bizlerde herkes gibi yeni bir güne merhaba diyelim. Kuşların ötmesini, köpeklerin havlamasını dinleyelim. Rüzgarın sesi kulaklarımızda uğuldasın. Yükseklerden aşağıya kendini bırakan suyun sesiyle coşalım. Dağların, ormanların, çimenlerin büyüsüne kapılalım. Kelebeklerin uçmasını, yaprakların dökülmesini, çiçeklerin açmasını izleyelim. Kaçak çayımızı gün batımında dostça, kardeşçe yudumlayalım. Sevelim ve sevilelim. Her sabah evimizden çıkıp her akşam evimize dönelim. Vurulmadan, darp edilmeden...

Bizler için tüm bunlar beklediğimiz ama gelmek bilmeyen bir zaman diliminden ibaret.

Ömür yeter mi bir başka kış daha görmeye, bir bahar sabahı uyanmaya, bilemiyoruz.

Kör kurşunların menzilindeyiz her gece. Islığımızın sesinde boğuluyor yaşam hakkımız. Cenazelerimiz sığamıyor, sığınamıyor toprağa, sürükleniyor ölü bedenlerimiz, yerde çürüyen etimizden geriye kalanlar ise kayıp. Mezar taşlarımız dahi yıkılıyor. Evlerimiz, ağaçlarımız yakılıyor. Sürgün edilmişiz çoğu zaman. Çığlıklarımız arasında anne karnındaki süt kuzularımız güneş yüzü görmüyor. Geriye kalanlar dilsiz, kimliksiz ve vatansız. Dört duvar arasında ömür törpülüyor kimimiz. Sessizliğe, yalnızlığa mahkum edilmek istenmişiz. Sığınamamışız, sığamamışız bir yere. Aşımıza, ekmeğimize, suyumuza göz koymuşlar. Hiç bir şeyimiz olmasın istiyorlar. Bizim olanı bizden alıyorlar. Yüzyıldır beraber kazandıklarımızı, şimdi bize çok görüyorlar.

O yüzden; çocuklarımızı öldürmeye devam ediyorlar.

Annelerimiz ise, bu acıyla her gün ölüyorlar ecelsiz.

Olur da evlat acısıyla ölmezlerse; kolları arkada kıvrılmış, elleri sırtında, eziyet çekiyorlar...

Zarif LAÇİN