Seçimlerden önce, olası yeni AKP iktidarında işçi ve emekçilerin nelerle karşılaşacağına ilişkin çok şey söylendi. Zam furyası, enflasyon, işsizlik, devalüasyon, açlık, sefalet, adaletsizlik, süregelen savaş politikaları…

Hepsi doğruydu. Dahası eksik bile ifade edildi. Zira daha şimdiden, Türkiye halklarının, işçi ve emekçilerinin ne denli karanlık bir döneme sürüklendiği görülüyor. Aslında daha ilk iki hafta içinde olup bitenler, yarınların ne denli kötü olacağının göstergesi olsa da bu tablo bununla sınırlı kalmayacak. Krizin ekonomik, siyasi ve askeri hemen her alanda daha da derinleşeceğini gösteren oldukça fazla veri var.

Çünkü Erdoğan’ın içine girdiği çıkmazı aşmak için yerli ve uluslararası güçlerin/sermayenin mutabakatıyla kartları yeniden kardığı bir süreç işliyor, işletiliyor. Ekonominin başına Şimşek bu mutabakatla getirildi. Merkez Bankasının başına atanan Gaye Erkan’ın tayininde de sermaye güçleri belirleyici oldu. MİT Başkanı Hakan Fidan Dışişleri Bakanlığına getirildi. MİT’in başına getirilen Kalın ve yine savunma bakanlığının başına getirilen Genelkurmay Başkanı Güler ile işlerin nasıl götürüleceğini kestirmek zor olmasa gerek. Soylu’nun yerine, içişleri bakanlığına getirilen Yerlikaya; valiliği ve diğer tüm görevleri süresinde icraatlarıyla tanınan biri. Görünen o ki Erdoğan yönetimi sermaye güçleri tarafından yeni bir sürece sokuldu, iç ve dış sermaye güçleri mutabakat sağlamış halde Erdoğan ile yürüme kararlığı gösteriyor.

Hiç tereddüt etmeden söylenecek olan; militarist bir dış politika uygulayan iktidarın bunu yeni dönemde katlanarak sürdürecek olacağıdır. Erdoğan’ın yönetimindeki bu yeni dörtlü, bize Türkiye yönetiminin içeride ve dışarıda askeri bir güç olmakta kararlı olduğunu gösteriyor. MİT eksenli bir istihbarat devleti olmakta karar kılındığı görülüyor. Yani iç işleri, dış işler ve askeri alanın bununla birlikte ekonominin Erdoğan’ın çevresinde ama kendi “özgün” mekanizmasıyla nereye/nerelere yöneleceğini kestirmek zor olmasa gerek.

İstihbarata dayalı mekanizmanın savaş politikalarından besleneceği çok belliyken operasyonel bir yönetim sahibi olan bir ülkenin başındakilerin, elinde çekiç olanın her şeyi çivi görmesi misali her alandaki gelişmeyi/gelişmeleri savaş stratejisine endeksleyeceği ve bunun da içeride ve dışarıda yeni sonuçlara neden olacağını varsaymak mümkün. 

Operasyonel yaklaşımla sürdürdükleri seçim sürecinden “başarı” ile çıktılar. Seçim döneminde kullandıkları montaj çalışmalarının içinde her türlü oyunu barındırdığını yaşayarak gördük ve ciddi bir karşı koyuş sağlanamazsa bundan sonra o yolda yürümek isteyecekler. Ekonomik krizin nedenlerini gizlemek ve sonuçlarını işçi ve emekçilerin, halkların sırtına yıkmak için operasyonel çalışmaları sürdürecekler.

Dolayısıyla süregelen politikalara yeni bir format atılıyor ve bu hem iç politikada hem dış politikada kararlıca sürecek. Kürt sorunu, Suriye, Ortadoğu’daki gelimeler ise dönemin önemli sayfalarından biri olacak. Böylece; “Rasyonel ekonomik program, milli dış politika” söylemi ile anlatılmak istenene ve murat edilenin ne olduğu rahatça anlaşılabilir.

Özcesi; sömürü ve baskıda sınır tanımayan bir yeni dönem iktidarı ile karşı karşıyayız. Zam yağmuru tüm şiddetiyle sürüyor. Dolar 24 TL’ye avro 26 TL’ye dayandı. Önümüzdeki günlerde doların 30 TL’ye ulaşmasının neredeyse olağan bir durum olarak konuşulduğu bir süreç indeyiz. Savaş politikaları ise yeni aktörlerle daha da boyut kazanacak gibi görünüyor.

Ancak en vahim olanı, muhalefetin “Her şeyin olağan akışı içinde ilerlediği”nden dem vuruluyor olmasıdır. CHP, DEVA, İyi Parti, Gelecek… Tüm burjuva düzen partileri olup biteni sarf edilen birkaç beylik laf dışında olağan karşılıyor ve “ortak akıl” telkin ediyor. “Bizim de görüşlerimize baş vurulursa, ortak doğrularda buluşuruz” diyorlar. Düzen partileri “makul” olanın peşinde. Ve o “makul” ise sömürü ve soygun düzeninin daha da derinleşmesi sürecidir. Aslında ekonomideki “kriz” tüm düzen partileri tarafından üç aşağı beş yukarı aynı yolla “aşılacak” bir sorun olarak görülüyordu. Bunu tüm sol ve sosyalist güçler her zaman dile getiriyor. Krizin bir kez daha işçi ve emekçilerin sırtına yıkılarak “stabil” hale getirilmesinin “anlaşılır” olduğu bir “muhalefet” karşısında halktan, emekten ve demokrasiden yana bir cephenin görünür olmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Zira egemen cephede olup bitenler ve farklı partileri tarafından alınan tutumlar yadırganacak bir durum değil. Asıl mesele emek, barış ve demokrasi cephesi diyebileceğimiz güçlerin sürece müdahaledeki kararsızlığı, hazırlıksızlığı ve hâlâ belirgin bir hal almış bir yol belirleyememesidir.

Tek adam yönetiminde; ekonomide Şimşek, dış politikada Eski MİT Başkanı, iç politikada Yerlikaya, savunma politikasında Güler dönemi çetin geçecek. Buna uygun bir hazırlık gerek…

İşçi ve emekçiler, ezilen ve sömürülen halklar bu gidişata sessiz kalmamalı, ancak bunun yaşam bulmasının yolu emek ve özgürlük güçlerinin hızla sürece müdahale etmesiyle olasıdır.